14 Kasım 2009 Cumartesi

yıldız tozu






YILDIZ TOZU


“yazamadığım göremediğim duyamadığım kadar içine
kaçmış meğer içim: upuzun ip-ince bir sabırla

suyunun yolunun uykusunun uzağına...

içime: kör derinlik kör katman kör küme.

Bir kaplumbağa duruyor. Orada. Kör.
Beni duymuyor, bir kaplumbağa orada. Beni görmüyor

Üzeri serin üzeri mavi üzeri toz : bir hatıra. “

birhan keskin

Senin öykün safir sarısıydı. Güneş tam tepedeyken başlıyordu.. sıcaktan bunalmış kahramanları vardı... ve bir köşede geçmişini hatırlayan bir adam vardı...

Benim öyküm’de sıcak olmadı hiç... geceydi... dolunay tepedeydi.. ve yağmur çiseliyordu....ama bir köşede geçmişini hatırlayan bir adam da vardı...

Sen güzel bir kadını, en umutsuz haliyle anlatıyordun...çevresinde erkekler şekilsiz ucubelere dönüşüyordu... her biri gözlerini güne açtıkları sabahlarda birer böceğe dönüşüp öyle evlerinden çıkıyorlardı... kafkanın öyküsü her gün yaşanıyordu... ve ellbette, kadının gözünde birer yaratığa dönüşmenin bedelini, erkekler içlerinde taşıdıkları o umutsuz aşkın bedelini, göğüs kemiklerinin altında yarattığı kocaman yumruyu, bir kambur gibi ömrünce taşımakla ödüyorlardı.. farkedilemeyen erkekleri ve erkeklerin farkındalıklarının yarattığı yalnızlığı yaşayan kadını anlatıyordun sen...

Ben ne güzel ne çirkin kadınları ne de cisimsiz erkekleri anlattım... sadece ruhlarıyla gecenin içinde yürüyen insanlar vardı...hayatta bıraktıkları izler ve sesler yalnızca kaldırımlara çarpan topuklarınki olan insanlar...

Sende kır vardı bende şehir... sende göğüslerinin güzelliği görünsün diye dekoltesini açan biir kadın bende farkedilmemek göz göze gelmemek için en kuytu köşelerde yürüyen insanlar vardı...

Hayatı mağarada zincirlere vurulmuş insanların mağara duvarına vuran gölgeleri gerçeklik olarak algıladıkları şey diye tanımlayan platon gibi biz de kırmızı bir odaya kapnmıştık bir zamanlar.. sevdiğimiz filmleri izlemiştik...ruhlar dokunmuştu bir kere bedenler zincirlere bağlanmıştı...

Hayat dokunup geçiyor işte.. ışık da karanlıkta...öyküler de... bazen senin öykün bazen benim...bazen senin umutların bazen benim... dokunup geçiyor...bazen o dokunuşla kendinden geiyor insan bazen farkında bile olmuyor....

Bazen hayat içini dolduran bağrını yakan şeylere dokunmamanı emrediyor... gözlerinden başkası yasak oluveriyor.. boynun kıldan incedir öyle zamanlarda....içinde bir ağrı gibi atan bir yer oluyorsun işte o zaman...hani dokununca büyüyen yaralar gibi dokunmaman gereken.. hatta farkında değilmiş gibi yapman... sesini kısman...yokmuş diye kendini inandırman gereken...çünkü doktor bunun sağlığın için gerekli olduğu gerçeğini yüzüne söylemiştir...

Ama dişindeki boşluktan dilini çekemeyen bizler ruhumuzdaki o boşluktan kendimizi nasıl alabiliriz ki... bir şeyler başlar ve biter... birileri gelir ve geçer.. buna hayatın kanunu diyorlar... ama neden içimde hala hayaletler taşımaktayım.. neden içimde taşınıyor izleri gidenlerin ve geçenlerin...

Bir söz...bir bakış... bir dokunuş...bir öpüş...şimdi burada olsaydılar... yarım kalan bir cümle neden hergün yeniden tamamlanır içimde... neden gidenlerin gittiğine inanmaz ruhum... bu bana özgü bir rahatsızlıktır kimbilir.. hayaletlerle yaşamayı seven bir ruhum vardır kimbilir...

Bembeyaz bir pengueni hatırlatıyor bazen herşey.. ya da penguen şiirinden dizelerini birhan keskin’in..

“unutmadım aramızdaki beceriksiz dili.
Dünya yordu bizi. Benim de söyleyemediklerim
Var. Hiç söyleyemeyeceğim onları belki de.
Uzun bir yolu geliyoruz seninle , yolu
geldikçe anlıyorum ki, biz,
bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile.

Penguen,
Kim bağışlayacak beni?
Çizdim senin beyaz ve narin yerini
Elimde tuttuğum ince metalle”

Ama biliyorum ki aşk... senin öykünü benim öyküm kılan şeydir... aslında iki ayrı evreni bir araya getiren güçtür... ve bu iki evren birbirlerini hatırlamaya devam ederler... tıpkı birbirinin yakınından geçen gökcisimlerinin birbirlerine bulaştırdığı tozlar gibi.. bende sana ait yıldız tozları var sonsuza dek benimle kalacak...

Senin öykün safir sarıydı benimki dolunay grisi...ama ikimiz dolunayda yürüdüğümüzde gök turkuazdı.... şimdi çok ama çok uzak bir yerde bunları eğer okursan hala unutmamış hala ne diye zorluyor ki gibi liseli kız düşünceleri taşımayacağını bildiğimden yazıyorum...

Biliyorum ki kedi odaya kapatıldı ve iki evren yanyana geldiler ve hızla uzaklaştılar... kütle çekim kanunu itiverdi ikimizi de...

Ve bildiğine eminim ben bayram temizliği yapıyordum ve üzerimde sana ait bir toz buldum... yıldız tozu....

Katarsis kurtarmıyor tozlardan insanı..ve kurtulunması da gerekmiyor bence... çünkü şimdi çok uzakta bir yıldızdan parçalar taşıyorum üzerimde...

yıldız'a iyi bayramlar diliyorum...sendeki yıldız tozuna dokunman dileğiyle....


“penguen
bana sırtını dönme
biliyorum, sana benziyorum
ve içinde saklı tuttuğun yele”

melekler







Melekler yeryüzüne indiğinde; içinde taşıdığın cam kırıkları yüreğinin ısısıyla erimeye başlar ve belki tekrar kuma dönüşür…
Ve bir rüzgar alıp gider o kumları… belki lodos, belki karayel…ve bir başka kıyıda çok uzakta yürüyen birine ulaşır…

Aslında seni beklerken hayatta ne kadar çok şeyi beklediğimizi düşündüm..bir insanın bir başkasıyla denk gelmesinin ne denli güç olduğunu, bunun aslında çok zor olduğunu; anlamanın, fark etmek kadar zor olduğunu düşündüm….
Belki, bunu, bizi açıklamanın bir yoludur, aşinalıkla anlamlandırmak eski bir tanıdık gibi hissetmek…

Sorumluluklar almayı sevmeyen bir ruhum var benim…ama gene de yanında bulunmak yalnızlığımı ruhumun kendi içine saklanmış yanlarını daha tedirgin olmaktan kurtarıyor..yanında tedirgin olmadan oturduğum nadir insanlardan birisin sen…

"arafta ıstırap içinde kalmayı tercih ediyorum" yazmışım geçen gün… geçen gün defterlerimi karıştırıyordum..okurken şu cümleyi buldum: Diyor ki Sabahattin Ali Sırça Köşk de; ...asıl bahtiyar, bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yüksek noktasında bir "Ah!" diyerek düşüp ölebilendir.Yazdıklarıma denk gibi geldi bana...
Kolera günlerinde aşk’ta da öyle bir diyalog geliyor aklıma; “baban çok çapkın bir adamdı ama ölürken mutsuzdu..ona neden diye sorduğumda hayatım boyunca aşk için ölmeyi umdum ama bir yataktayım ve ölüyorum ama aşk için değil ölümüm…”
ya da Tezer Özlü -Yaşamın ucuna yolculuk da ; "...bırakılmışlığın tadı" diyor.ve yine başka bir cümlesin de "belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi..." diyor.
Garip işte hayat ama bu gariplik içinde sizi tanımak, gözlerinize bakabilmek, konuşabilmek ve paylaşabilmek varılacak hiçbir yer olmayacak olsa da; güzel matmazel…iyi ki tanıyorum sizi…

kayıklar

“Ben, birlikte kıyıya sürüklediğimiz kayıktan
saflığımı ve sabrımı aldım tek
kalanları kumsala göm sen de…”
Çocukluğumu hatırlıyorum... çocukluğumu hatırlatıyor şu sıralar yaşam bana... oyunlar çağına dönüvermişim... renkli kağıtlar, gazoz kapakları, misketler ve plastik toplar
zamanına...sabahtan akşama kadar mahalle maçı yaptığımız demler... sitemizde oturan çocuklar, buna kardeşim de dahil, öğleye doğru uyumaya giderdi... anneler çağırır ve uykunun zamanı gelirdi..işte güneşin tepeye geldiği o vakitte sokakların sessizleştiği o anlarda ben apartmanın duvarına yaslanırdım... ve güneş gören duvarı sıcacık olmuş tarafı tercih ederdim...sırtım ısınırdı.. derin bir soluk verirdim...ve otururdum gözlerimi kapardım... neden sonra cebim gelirdi aklıma bütün gün boyunca birikmiş şeyler dökülürdü cebimden; misketler, gazoz kapakları, renkli türlü türlü şeyler, futbolcu resimleri, parlak taşlar...sonra hepsini tekrar cebime tıkıştırırdım.. servetimdi o benim...hayatımdan biriktirdiklerim...cebiyle bu kadar ilgili başka bir kahramanla steinbeck’in fareler ve insanlarında denk gelmiştim yıllar önce.. fareleri cebinde taşıyan hüzünlü adamın öyküsü...iriyarı lennie’nin hüznü...
Şimdi yaşamak denen şey...tam da bunu yapıyor bana...oturup o sıcak duvara sırtımı vermek istiyorum...ve cebime bakmak...orada sana ait o kadar çok şey olacak ki...bakacağım her birine tek tek...bileceğim ki sen uyuyorsun...sana dair düşündüğümden haberin bile olmayacak...ama gene de düşüneceğim seni...sonra sana ait o şeyleri toplayıp cebime koyacağım ve güneşin altında gözlerimi kapayacağım..ta ki sesini duyana dek...
Cebimde sana dair onca şey var...ama biliyorum ki zaman bitiyor...her gündüz geceye kavuşuyor...

“sardunyalarla konuşarak çoğalttım
aramızdaki ayrılığı
sayarak çoğalttığım günleri tamamladım
kirpiklerimin arasına çektiğim tülde
yağmur durdu ve şimdi kış bitiyor
oysa kimse yokmuş dışarda
içim dışıma vuruyor
sardunyalara su vermekle unutamadığımız
şeymiş aşk:
alnından bir günaydın gibi düşürdüğüm sabah,
sağ yanımda unuttuğun keder.”

Tavsiye edilmiş filmler izledim sen’den sonra… birlikteyken de izledik filmler…
karşı pencere’de ve august rush’ta gizlenmiş rüyalar aradım.. kendimi ve seni…ayrılık anları mı kavuşma anları mıydı bize en çok benzeyen bilemedim.. biliyorum yaşadıklarımızın bir anlamı yok hayat düzleminde…bize bile yanlış gelen bir şey işte ve şimdi her filmde her romanda ve şiirde bize dair mısralar sözcükler dikiliyor karşıma…sen en çok kalbimde yalnızlıklar kaleme geldiğinden bunca yara bere bırkatın geriye…superman’in o meşhur kutuplardaki buz kristallerinden yapılma kalesi gibi…o kaleyi gördün sen..dokundun duvarlarına…ve reddettin reddedilmeden…
ve sonra filmler işte..izlenmiş, izlenen, izlenecek olan…sana dair yazdığım son yazı mıdır bilmiyorum son kez yazmak konusunda bana güven olmuyor…sonlarda ben başarılı biri değilimdir…aslında sanırım pek başarılı olduğum şey de yok…ama en çok birgün bir mucize olsun dilerim august rush’taki gibi… bunu bir biçimde senin de dilediğini biliyorum rilke’yi anlayan kız…birbirimize sarılmaktan çok itiştik biz… haklı nedenlerimiz hep vardır…benim nedenlerim her daim seninkinden daha ağırdır biliyorum…
saklandığım kendime bile itiraf etmekten çekindiğim son her defasında yakalıyor işte…bu bir son kanıksanması değil..bu son’da seni tutmanın tutmak istemenin saçmalığı beni inciten…
ve kediyi öp benim için… pencereden uzak tut onu… tedirgin ruhlardan da kalbini.. dokundum biliyorum kalbine, taamüden değil ama, bunu bil… mutlu ol her daim..
sonsuza dek…
bir gün bizi anlatır bir film herşeyiyle belki… içinde kendimizi aramaya gerek olmaz o zaman…
ve şimdi küpelerin hepsi saçıldı yere… keşke biçimlere mahkum olmasaydı ademoğlu…
rilke affet…
“şimdi, acının ormanından geçiyorsun
her şey bir daha kanasa da
ne geçtiğin yola ne sana dokunabilirim ben
geç meleğim, senin de şarkıların olsun
içindeki telleri titreten.”

deniz kenarında

Başlangıçlar mıdır zor olan sonlar mı? İnan bilmiyorum hiç anlayamadım bunu…aşkı ne zamandır kırmızı bir odada, kırmızı koltuklarda ve karanlıkta ayrı ayrı otururken; duvardaki perdeden yansıyan, kaçırılmış hayatların filmlerini seyretmeye benzetiyorum… hani gözlerini görmeden sadece yan koltukta oturan seni hissetmek konuşmak ve öylece hayata bakıvermek.. kendimizi dışarıda tutarak.. içinde biz yokmuşuz gibi..başkalarının hayatına bakıp kendi hayatımıza bakamamak, belki de bakmaktan kaçmak bu…ama bu esriklik hali bu kaçış sadece bir film uzunluğunda işte..kendimizi en uzun filmleri seçerken yakalayıveririz belki de…biteceğini bilerek…en uzun filmler bile biter diyerek…ama gene de onlara sığınarak..karanlıkta dış dünyanın seslerinden uzakta ve rollerimizden bizi biz yapan her şeyden uzakta bir çeşit çıplaklıkla kalmak için sığınak olur bize…sinema, şiir, roman sadece var olan bize verilen hayatların dışına çıkmak için bir araca dönüşüverir bazen…işte öyle anlardan biriydi aşk da..bir senaryo çalışması yapmaktı b,ir asmalın senaryosunu birlikte yazmak belki de.. bazen karanlık bir gecede rüzgarlı bir havada deniz kenarında seninle yürümek geliyor içimden tepede dolunay varken…kim vampir olacak, saatler 12’yi vurduğunda, tedirginliğiyle birlikte, öylece yürümek ve konuşmak.. uzun uzadıya konuşmak bizi bu kadar az şey paylaşmışken bu kadar tanıdık ve aşina kılan şeyleri çözerek çözmeye çabalayarak konuşmak…belki diyorum tasavvufta anlatılan kalu bela’dan bu tanışıklık..Tanrı rabbiniz kim diye sorduğunda sensin diyen gelmiş ve gelecek tüm ruhlar bir aradayken bir söz verme anı yaşanırken; yanımdaki ruhsun belki de..ruhların yemin töreninden mi bu tanışıklık, bu aşinalık…bir şeylere dokunmak istiyorum kelimelerimle…duyumsamak varlığını.. olmadığını bile bile…atlatılamayacak bu eksiklik duygusuyla…bazen her şey o kadar hızlı yaşanır ki hani süreçler duvarlar bu hıza dayanamaz ya…sanırım bazı zamanlarda o duvarların ve süreçlerin kalkanların bir an önce yıkılmasını dilerken yakalıyorum kendimi.. bir anda bir mucize olsun ve gel densin…ama o gel’in aynı zamnda git olduğunu hissediyorum da..kaybetmeye başlamanın başlangıcı..ve ruhum cenneti özlerken cennetten ceheneneme geçmek o kadar kolayken arafta ıstırap içinde kalmayı tercih ediyorum..temkinlilik hayat denen koca acıdan miras sanırım bizlere…müphem bir aşk bu…belki daha çok delicesine sevebileceğini fark edip kendini korkutmak…ve seni de elbette…engeller o kadar çok ki… ama aslında gel kelimesiyle aşılabilecek kadar da basitmiş gibi duruyorken…dün gece kolera günlerinde aşkı izledim..hayatının aşkına ulaşmak için 53 yıl bekleyen ve bu süreyi aşmak için 622 kadınla yatan bir adamın öyküsü…kadın onu sen bir hayaletsin diyerek terk eder… sen görünmüyorsun der ona siliksin der…ki bu cümleleri duymak için 2 yıl bekler adam bakir kalarak..ama görünür olanı tercih eder kadın..sonra adam unutmak ister…bir adam ona sorar..neden kadınlar seni bu kadar çok seviyor der..o da onlara hiç derin görünmüyorum der çok boş görünüyorum, sevgiye ihtiyacım varmış gibi görünüyorum der…ve bunu bana verirler bana yardım ettiklerini sanarak… anlatılan tüm hikayeler aslında kavuşana dek dir ya da ayrılana dek…ama kavuşulduktan sonrası bir bilinmezliktir…bu belirsizliktir belki de verdiğimiz kurbanların sorumlusu ya da kurban oluşumuzun…

orası kaçırılmış hayatlar sineması ya da ıskalanmış mı demeli? Ve aşk tam da sen orada öylece otururken ve ben yan kanepede otururken içimden kocaman bir ses git yanına otur derken, ya da bir bankta sen otururken seni öpmemi haykıran o sesle savaşmaktır…ve aşk o savaşı keybedince başlayan şeydir..başladığında bitendir de aynı zamanda…

beklemeye devam edecek ruhum sizi o odada…deniz kenarında….

don kişot 2

“başlayan her şey biter” Seneca

Her şey gelip yazmaya mı düğümlenir bilmiyorum…yazıyla başlayan şeylerde sanırım yazıyla sonlandırılabilir.. ama hala aramızda duruyor kelimeler…onlara tüm kapılar hala açık..

Anais Nin; Henry ile June’un son satırlarında “yazdığı için” yazar olduğu için ona söylenen bir cümleden söz eder: “Herkes bu hevesimin geçeceğini söylüyordu. Havana’da teyzem, bunun gözlerimi bozacağını, erkeklerin benden kaçmasına yol açacağını söylüyordu.”

Erkekleri kaçıran bu eylem; yazmak…don kişot olarak yazdığım ilk mektubun üstünden oldukça uzun bir zaman geçti…sanırım sadece anais nin’in teyzesi değil benimde içinde olduğum daha doğrusu olmayı umduğum şövalyelik camiasında da kınanan bir eylem yazmak..yaşamak varken neden yazsın ki insan?…

Ama yazmak bazen aslında ölü bir ağacı dirilten su damlası gibi diriltiverir ölmekte olan hayatlarımızı da…tek bir kelimeyle dirilir her şey.. çok yolculuk ettim ben…gereksiz kavgalar yaptım çoğu zaman; bir iki fıçıyı canavar sandım kılıcımla delik deşik ettim yerlere dökülen şarabını gören hancıdan dayak yedim…ya da yeldeğirmenleri..benim adım geçince ince bir tebessümle anılan kavgam..ama ben hala onların bir büyücünün oyunu olduğunu iddia ediyorum..herkes tersini düşünüyorsa da ben buna inanıyorum..sanırım herkesin inandıklarına inanmamak lazım… işte o zaman adınız yaratıcı asilzade don kişot oluyor…

Don kişot olmak ya da olmamak bir tercih sanırım… ya da kader o kadar büyük ve güçlü ki bize seçtiğimizi sandırıyor yollarımızı… önce hayaller işgal eder seni…sonra inanırsın o hayallere…ve sonra o hayallerin ki artık senin gerçeğin olmuştur peşinden gidersin…ve bir sergüzeşte teslim olursun…don kişot olmak demek bu demek…şövalyelerin çoktan öldüğü bir çağda don kişot olmanın ironisini taşımak…

size yazmak için çok bekledim..yazmalı mıyım bilemedim…yazmak yakınlaştırıyor ve aynı zamanda uzak olmak gerektiğini de hatırlatıyor…mektuplar o yüzden güzel sanırım..gözden ırak olanın da unutulmadığını gösterebildiği için sanırım…yorgunuz hepimiz doğarken mi getiriyoruz yanımızda bunu yoksa hayatla tanıştıkça mı kazandığımız bir eklenti bilmiyorum ama yorgunuz onu biliyorum…

yüreğim evime döndüğümde yorgun ve yaralı…derin bir acıyla doluyor…gezdiğim toprakları özlüyorum..dulcinea evdeyken daha uzak bana…ki aslında daha yakındayken…biliyorum ki..yakınlık denen şey kalpte gizli…bu ince sızı çok incitiyor beni..derinlerde bir yerde arp çalıyor biliyorum…ve her notaya dokunuşta ben biraz daha yaşlı bir adam oluyorum…bu nasıl bir şarkı ey okur bilmiyorum… ama biliyorum ki her dönüşte ben biraz daha hazan yüzlü bir adam oluyorum… sonbahar gözlerime yerleşiyor iyice… bir gün benimle yürümek sana dökülmüş yaprakların üstünde yürümeyi anımsatacak…bahar giderek uzaklaşıyor içimden…belki de anais nin’in teyzesi haklıdır… yazmamalı insan; kadın ya da erkek…

şövalyeniz don kişot…

SARKAÇ

SARKAÇ > > VEYA UZUN BİR CEVAP> > -Seni düşündüğümde daha hızlı atan kalbime ve ışıyan ruhuma-> > “ben senin sisinde kayboluyordum”> lale müldür> > "ama Tanrının huzurunda diz çökmüş, > sessizce yakaran insanlar gibi, > tıpkı benim seni sevdiğim gibi... hiç kimse > seni bir daha öyle sevmeyecek!" > adolfo becquer> > “kalbimi korumalıyım!!!! işte o yüzden etrafına mayınlar döşedim..tel örgüler çektim.. ama bazen uzaklardan geçen yolcular gördüm..tel örgülerin kenarından geçip giden.. biri durdu, tel örgülerden içeri baktı.. ve ben; o yolcunun yanımda olmasını çok istedim..ama kendi döşediğim mayınları, tel örgüleri aşamadım bir türlü..işte bir araya gelemeyişimiz bundandır..bu yüzden sesim sana hiç ulaşmadı...tel örgüden bakan; senin için kalbimden vazgeçtim farkında mısın?” (bir zamanlar yazmışım)> > > insan için en zor anlar; tüm soruların cevabını bildiğini sandığı anlardır.. en yorucu anlarda o zamanlardır sanırım..bütün sorulara cevap verebilecek gibi durursun.. karşıdakilerde inanır buna..ama değildir hiç de öyle.:.. aslında bütün cevapları bildiğini sandığın an anlarsın hiçbirşey bilmediğini...> > kelimelerle hayatına girenler, bir süre sonra gerçek olduğun da; anlarsın ki gerçeklik, yani ,hani nefret edip de kaçtığın şey...ne kadar da haklı bir nefretmiş..bunun en belirgin örneklerinden biri knut hamsun’dur benim için.. belki de benim hikayem diyebileceğim “dünya nimeti’ni” okuduğumda bayılmıştım ona..hayatına dönüp baktığımda nazilere destek olduğunu okudum..ondan nefret mi etmeliydim, hala bilmiyorum ama biliyorum ki hala seviyorum onu, yazdığı tek bir cümle bütün günahlarını hala afettirebiliyor bana... bilincinle sevmemen gerektiği haykırılırken sevmeye devam etmek...ne garip bir tenakuz... Tanrı’da sevmez mi kullarını günahlarına rağmen... kusurlarıyla sevilebilmek ne büyük nimet... ama hayat dedikleri; hani çocukken, ben büyüyünce şöyle olacağım dediğinde, büyüklerinin, yüzlerinde ironik bir bakışla, sana baktıkları ve o anda hayatın ne menem birşey olduğunu hisseder olduğun zamanlarda yaşadığın duygular gibi herşey....evet, hayat yaşatıyor insana herşeyi, kınadıklarını da...> ama belki de budur zaten hayatı hayat kılan... > > ne çok “ama”...> > bazen düşünüyorum da, neden hayatımda olanların, ben hayatındayım diye...bazı zamanlar anlamlı tek bir cümle kuramıyorum...ama bir biçimde tüm eksikliklerimle sürdürüyorum onların varlık alanlarında yaşamayı...ki onlara verdiklerim nicedir, aldıklarım nicedir?...bilmezken.. tam bir hesap dökümü mümkün değil...biliyorum...ama bilmek yetmiyor işte..> > dünya nimeti’nde kahraman, çirkin adam ama güçlü ve hayata tutunan adam bir yerden geçerken ki orası bir dağ başıdır orasının evi olmasına karar verir... ve sonra gene yoldan geçen tavşan dudaklı bir kadını karısı yapar...ve doğaya karşı ev kurar...ve zengin olur vs...o romanın en güzel yanı buydu; hayata karşı büyütebildikleri... yavaş yavaş da olsa birşeylerin büyüdüğünü görmek farketmek güzel bir şey...sevginin büyüdüğünü görmek de öyle sanırım..> > gözlerdeki etkini farketmek...sevgiyi duyumsamak.. ya da şaşkınlığı farketmek güzel bir duygu... yaşamak denen etkileşimin en güzel anları sanırım bir başkasının gözlerinde kendini görmektir.. kent yaşamının en kötü yanlarından biri bu değil mi?...kimse kimsenin gözüne bakmıyor...sen herkessin...ve bu dayanılmaz bir duygu...> > zaman hızla ilerliyor sabah ezanı okunuyor...küçücük farklarla camiler ve ezanlar birbirini takip ediyor... birazdan uyanacağız hepimiz...işi olanlar işlerine koşturacak... okulu olan okuluna.. aslında birbirimize benzeşen şeyler yaptıkça ne kadar çekilmez olduğumuzun öyküsü gibi kapitalizmin bize yaptırdıkları...aynı anda aynı şeyi yapan insanların makineye dönüşen ve duygusuzlaşan mekanikliği... şarlo o yüzden, makineleşmeyle bunca dalgasını geçer modern zamanlar’da...ancak mekanizmalara karşı durabilecek kadar güçlü olduğunda yapar bunu, ama o da.. ya da eisenstein‘in potemkin zırhlısında odesa kentinin merdivenlerinde koşuşan o kalabalık....materyalizmin yarattığı iki şey kapitalizm ve komünizm...ikisi de birbirinden bahsederken haklı ama kendi dünyalarında çok da başarıya imza atamamış iki sistem.. sanırım futbolda olduğu gibi hayatta da sistemler insanın bünyesine de çeşitliliğine de karşı çıkan bir şey.. o yüzden tek başına farklı şeyler yapan futbolcular hep unutulmaz olmuştur.. takım oyuncusu olmaksa daha uzun zaman top koşturma şansı ve belki de daha çok kazanma şansı vermiştir...ama biz hala yıldızlar gibi bir yanıp sönen ama farklı lezzetler katan oyunu güzelleştirenleri anıyoruz...sistemler bünyemize uygun değil... kitleselleştikçe... ruhumuz eriyip gidiyor içinde...> > bunca gereksiz gibi görünen şeyi aslında kendime ve sana bir çit örmek için yazıyorum... milli park gibi... hani özgürce dolaşılan ve avcılardan seni koruyan bir çit...erkek olmak bir genelleştirme alanı bir sistemin parçası olarak doğuyorsun yani.. kadın olmayan olarak..bunu farketmen hayatının yaklaşık 15 yılını alıyor aslında...sonra karşı tarafı çitin diğer yanını anlama çabaları..ve sonra kendince alanlar oluşturmak için atılan adımlar... evlilikler.. arkadaşlıklar.. adların çoğaldığı, ama adı birlikte olma arzusunun tezahürleri olan bir sürü biçim...> > ben sistemlerin dayatmalarından kaçıyorum.. oyunlardan biçimlerden... ama biliyorum ki hepsi benim de kodlarımda var...ama genede kaçmaya çabalıyorum tüm verili şeylerden...sınırlardan çitlerden...gidip avcıların içine de oturduğum vaki, avın göbeğine de...ya da bir dağ başına..insanım ve herkes insan biliyorum.. en başarılı görünenimizden en başarısız görünenimize dek... aslında öykü basit sana öğretilen oyunu oynamak isteyip istememen herşeyi belirliyor...başarı denen şey aslında o yüzden komik de....> > hayata dair uzun bir vaaz gibi görünen bu yazı aslında bir su damlası.... yolunu arayan bir su damlası... yatağını arayan nehir değil ama, çünkü o kadar güçlü değil içindeki kelimeler...> yazmak da kelimelerle yollar aramak galiba.. ve en zor yazılarımdan biri bu...çünkü bir çıkış bulmam gerekiyor ki şimdiye kadar hiç çıkışın yerini gösterebildiğimi sanmıyorum...> > aslında tamamını, bitince, eğer biterse, okuduğumda ne anlattım ben diyebilirim...o kadar kötü bir yazı bu... kaos işte...> > ama içinde sana cevap verme zorunluluğu olan bir yazı bu... neden sorusunun cevabını kim verebilmiş bugüne dek bilmiyorum... sadece şu an okunuyor olmak ey okur dünyanın en güzel şeyi...bir cevabım yok benim..bunu stephen king kara kule adlı kitabında ispatlar mesela tam 7 cilt birşey olsun diye beklersin ama en sonunda olan aslında bir tekrarlama ritüelidir.. bir kulede son bulur her şey.. babilin kulesi king’in kulesi... o yüzden seni bir kulenin merdivenlerinde dolaştırdığımdan ne kadar eminsem, seni en yükseğe çıkarabileceğimden de o kadar emin değilim... ama hayatın sadece bedensel maddi temelleri olmadığını çocukluğumuzdan beri yaşadıklarımızla biliyoruz.. kimse öylesine girmiyor hayatına...bazen en uygunsuz görünenler bile...ki ben bir uygunsuzumdur. Hiçbir zaman yapbozlara uymayı başaramadım...> > şimdi hayat alıp götürecek bizi.. iş dediğimiz dünyevi oyalanma biçimlerimizle uğraşırken belki bu yazıyı okumak bir hava deliği açacak bize...yorgunuz biz...hepimiz...birimize özgü bir şey değil bu...eğer hayat denen şey yormasaydı ölüm olur muydu ki...o yüzden uyku gibi ya ölüm...en çok uykuya benziyor ya....ölümden söz etmek altıkırkbeş’in sloganını hep hatırlatır bana ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki diye...> > o yüzden ben kendi içimde yaşarken ve kendi dünyamda...bir biçimde tüm sınırları aşıp bana seni getirdiği için kelimelere müteşekkir olmalıyım... zor herşey..ve bu yazı hiç ama hiç duygusal değil...çünkü sanırım koordinatlarla ilgili ve o yuzden bunca zorlukla odaklanabiliyor okuyanda yazan da...ama coğrafya da gerekli bize... yerimizi konumumuzu bilmemiz gerekiyor.. x-y koordinat düzleminde bana sen bir sarkaçı hatırlatıyorsun...sürekli koordinatlar üzerinde gidip gelen ve sana ait bir noktanın belirlenemediği bir sarkaç... o yüzdendir ki bir koordinatın yok.. seni bulabileceğim bir adresin yok...sen yoksun ve bir an sonra varsın...kuyruklu yıldızlar gibi döngüsel; bir sarkaç...> o yüzden her gelişin yada üzerime her gölgen vurduğunda bir serinlik dugusu sarıyor içimi...ben ayakları dahi sabitlenmiş biriyim...ama gölgen üzerime düştüğünde zinim ve ruhum seni özlüyor...adresi belli biri olmak bu... o evden taşınamıyorsun bir türlü... hani herkesin bildiği numaranı değiştirememek gibi...> > bir sarkaç gibi hareket eden bir ruha dokunabilir miyim bilmiyorum...kumruları severim daha önce de yazdım onları çok eskiden..pencerimin önüne yuva yaptıklarında...> ama sabah sabah yazınca insan...> yetmiyor kendi kelimeleri...> kumruları ve aşkı anlatan ve aslında herşeyi özetleyen bir şiir..> > “ormanda bir kuş hızla dönüyordu.> Aşık olduğumuz zaman> Yürek denen ormanda> Ya da orman boşluğunda> Bir kuş anormal bir hızla döner> Ve kaçmamız gerektiğini söyler bize> Çünkü herşey çok fazladır> Kendi etrafında nefes kesici bir biçimde> Dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri> Yaralar; tehlikedir onun adı> Bunun için aşkı hiç kimse> İnsanın kendi arkadaşları bile > İstemez. > Kumrular sakindir bir tek.> Ben kumru değilim,> Sen de.> Bunun için birbirimize yanaşamayız...> > Seninle biz hiç kavga etmeyelim> Çünkü geyikler kavga ettiğinde > boynuzları birbirine dolanır ve> ölürlermiş... > ....> kumru değiliz biz.> Geyiklerin sonu da çok acıklı.> Ne kalıyor geriye? “ lale müldür (saatler/geyikler)> > İçimdeki kalbimi kalbinin yanına bırakma isteğine karşı duruyorum...ama garip bir neşe var ruhumda gene de...belki dönmenin verdiği bir şey...ama ayaklarım yere çivelenmişken hiç bu kadar yukarı çıkmadı ruhum... bunu anlamlandırmak güç biliyorum...belki de boş işler..belki de imkansızı anlatıyorum her daim... ama aşkla dolu bir ülke kalp...ve seninle kalbimde yeni yerler el değmemiş ülkeler keşfediyorum...ilk kez değil bu aşk da keşif de...ama şimdi daha iyi anlıyorum dünyanın özüdür insan...ve keşfedilecek çok yer vardır içinde....antartikaya aşıkken büyük sahra çölünü de sevebilir insan...20 yaşımda inanmazdım buna.. 15imde lanetlerdim...25imde gülüp geçerdim...30umda inanıyorum...40ımda sanırım yeterince yorgun olacağım... günah çıkarma değil bu...bir kalbe iki aşk da sığarın manifestosu hiç değil...”karşımızdaki insanın gözümüze ilişmesi aşık olmak sayılabiliyorsa tutkumuzun hedefi kimdir?” sorusunun cevabıdır belki de....> > Bir şövalye tüm soruların cevaplarını bilir mi matmazel?...bilmiyor emin bile olamıyor...bir su kenarında sadece ruhunu temizliyor...suya bakıp paslanmış zırhıyla hayata bakıyor ve gözlerine...bir başka hayatın müjdecisi gibi duran gözlerinize... ki başka bir hayat olmadığını biliyor şövalye...ve ırmak çay dere ya da deniz bu suyun ne önemi var ki...> Arınmak dışında.. ve sen bırakıyorsun ellerini denize gitmiyorsun...karada kalmayı seçiyorsun..çünkü kendini bırakmaman gerektiğini düşünüyorsun... bir şövalye tehlike demektir... hep yaptığın gibi tedbiri elden bırakmıyorsun güvenmiyorsun...her daim savaşa gidecek her zaman yanında olmayacak olanın kalbindeki işgalinden korkuyorsun...ama bil ki şövalyeler de korkar... matmazel sizin gözlerinizde korkutuyor...aslaların eridiği bir dünya burası buzulların eridiği dünya burası...şövalyelerde korkar işte...tıpkı matmazeller gibi....> > ve bir erkek aşkın vakti geldiğinde kendi romanını yazar...bir katıra biner, yanına hizmetli olarak bir eşeğin sırtında gezen bir adamı tutar ve bir hizmetçiden bir prenses yaratır...sonra gider onun için 800 sayfa boyunca koşturur ta ki ölüm onu bulana dek...bir erkek eski püskü ve komik demode olmayı göze alır aşkın vakti geldiğinde... yeldeğirmenleriyle savaşır... çocuklar tarafından taşlanır... ama dulcinea için katırıyla gezmeye devam eder...aşk budur diğerlerinin sözlerinin duyulmaz olduğu andır o... belki o yüzden de büyüleyicidir...> > bende melankolimden bir pelerini sırtıma geçirip, elime hüzünden yapılmış bir kılıç alıp yollara düşüyorum...yazıyorum... Lawrence durrel'ın justine'in de bir söz vardı.. kadınlara ya aşık olursun ya acı çekersin ya> da yazarsın diye.. don kişot acıyı, mecnun aşkı seçti….> > ben keloğlandım, sen aykız..aşılması gereken dağlar vardı..aştım..nice menzil gösterildi..gittim..hadsiz anlaşılmaz bilmeceler soruldu.. bildim.. sadece gözlerinde yansıdığımı görmek için..ışıltında kaybolmak için geldim.. sen yoktun.. ya da ben mi geç kaldım.. hala aynı yerde bekliyorum.. çözülecek bilmecede gidilecek yolda kalmadı.. bir kez olsun gözlerine bakmak için.. ben keloğlandım..sen aykız..bu da bir modern zamanlar masalı..son kez yaşanan..> > > belki müzik çözer herşeyi..> > Fonda mozart çalıyor... arp ve flüt için konçerto... ruhum sıkışmış gibi...arp çaldıkça rahatlıyorum...belki de arpı çalan bir melektir...melekler ellerinde arplarla gezerler değil mi?> > Arplarıyla melekler tasvir ettiklerinde, kadim zaman ressamları, acaba mozartın arp ve flüt için konçertosunu, bestelenmeden önce ruhlarında mı hissetmişlerdi?.... > > Biliyorum her insan gibi üzüyorum bende, bencilce davranıyorum çoğu zaman, anlamıyorum bazen, bu muydu dedirtiyorum....yalanlarımla, kendime bile anlatamadığım hatalarımla var olmaya çabalıyorum... kimse kimseye yetemez biliyorum...herşeye yetmeyi denediğim için biliyorum bunu... ama içimde hala el değmemiş bir yer var.. bu yazılar oranın oraya ait... insan gibi olmadığım insandan daha öte biri olduğum en güçlü an yazdığım an....ama gözlerine bir an baksaydım o anı da buna eklerdim emin ol... hayatın keşmekeşi içinde yazılanların bir anlamı yok biliyorum.. küçücük bir tebessüm belki, belki küçücük bir damla yaş...belkide tepkisiz bir geçiştirme..ama hepsi insani...şunu biliyorum....> > Tüm benliğimi sarıp sarmalayan duvarlardan sıyrılıp şimdi yanına gelip az sonra uyanıp hayatın kaosunun bir parçası olacak huzursuz uykunda yanında olmak isterdim... bir erkek olarak değil... bir ruh olarak...dokunmak isterdim kalbine seni uyandırmadan... kalbini yıkamak isterdim gözyaşımla ve yağmur suyuyla.... ve senin uyumaya devam etmeni dilerdim... korkusuzca fütursuzca....yazarken benim sana geldiğim fütursuzlukla... ama biliyorum ki gelemem gelsemde sen beni kabul etmezsin...ama ruhum seninle...küçük bir parça da olsa seninle...prangalı bir tutsak; akrep, nasıl aşık olur ki, yelkovana? Ve sen gözlerini açtığında yok olsaydım... gözlerini bir anlığına görüp... ve sen kendi gözyaşlarınla yıkasaydın ruhunu ve ben dua eder gibi mırıldansaydım;> > > > keşke gözyaşlarını silebilseydim..> > keşke gözünden süzülen yaşların mutluluk kaynaklı> > olsaydı..> > ama değil biliyorum ve bu benim içimi acıtıyor..> > keşke bağıra bağıra ağlasaydın ve gözyaşlarınla> > yıkansaydı üstüm başım ama > > sana senin yanında olduğumu gösterebilseydim..> > sana sarılsaydım ve sen öylece gözyaşlarını bağrıma> > akıtsaydın..> > belki acıların azalırdı o zaman..> > yalnızlığın biterdi..> > artık haykırmak istiyorum yalnız değilsin demek> > istiyorum ama...> > o kadar aptalca şey aramıza giriyor ki dokunamıyorum> > sana..> > elimi uzatamıyorum..> > çok ama çok uzaklarda senin için atan kalbimi> > duyuyor musun..> > beni hissediyor musun..> > seninle ağlayan biri var..> > her ne kadar bunu göstermekte zorlansada..> > seni özleyen ruhumu hisset..> > seni seven kalbimi farket..> > gözyaşlarını seviyorum...> > seni seviyorum.. > > “tedbirini terket takdir Tanrı’nındır. Sen yoksun bütün o varlıklar senin vehmindir senin şüphendir” Şeyh Galip> > gültekin...

ÖTELERDE

ötelerde ötelerde>>çok uzak ülkelerde>>ölmek isterdim canım>>kapatmak isterdim gözlerimi>>vatanımda açtım gözlerimi canım>>ve vatanımda kapatmak....hayal!>>ve sessiz yığınlara inat>>bir sahipsiz mezarda>>kimselerin olmadığı>>çorak topraklar ülkesinde>>bir adsız mezarda yatmak isterdim>>-sanki toprağa atılmış ilk tohum gibi->>sessiz ve yapayalnız..>>ve insanlar benim için hiçbir şey yapmasa...>>bir mezar taşım dahi olmasa>>sadece ben ve Rabbim>>bir de mezar taşına yazılmamış>>adımı, arşa yazan melekler>>bu bana yeter inan! canım,>>biliyorum sen bunları hiç okumayacak>>hiç duymayacaksın>>duysan da sana yazdığımı anlamayacaksın>>çünkü ne sen beni anladın>>ne ben seni..>>acı, hep acı..>>sevdalar ve acılar..>>neden hep birlikteler>>ben kendimi kaybettim>>uçsuz bir rüyada...>>sen sevdiceğim>>sense hiçbir şey kaybetmedin>>kaybettiğin,>>kimsesiz sokakların>>adsız, bir yolcusu>>bulutlu bir eylül akşamı>>yağmur damlalarıyla ıslanırken sokaklar>>ben sessiz sedasız öleceğim..>>hani seni ilk gördüğüm gün gibi...>>GÜLTEKİN>>30.05.1994 pazartesi

DON KİŞOT

DON KİŞOT> > matmazel'E ilginç kişi'den,> > size bu mektubu can dostum sancho panza ile çıktığımız bir yolculuktan yolluyorum..evet dulsinea'nın aslında bir hizmetçi kız ve prenses olmadığını 400 yıl sonra da olsa biliyorum...ama aslında benim öykümü hala okunur kılan bu değil mi benim inandığım ama aslında benden başka kimsenin doğru olmadığını sandığı şeyler..yeldeğirmenleri, saray sanılan hanlar...ama birilerinin başka türlü bakması lazım zannımca hayata...o yüzden bu kulunuzun da bu modern zamanlarda rocinante'nin sırtına atlamak ve mecarayı kırda aramak yerine zaman zaman yazdığı ve hissetiği şeyleri tam da benzer bir nedenle anlayabilenler var mı? (ki bu yazının anlaşılmasına dair bir ukalalık değil ki kastı anlayacağınıza eminim) merakıyla zaman zaman yollanmaktadır..ve kabul etmelisiniz ki şövalyeler meşgul insanlardır..> ama o metinle bu koca okyanusta hala birbirmizi tanımayı ve hatırlanmayı haketmek benim için onur olmuştur...evet o metin ciddiye alınmalıdır..ama okyanustaki şişeyi ciddiye almayıp suya atabilirsiniz de ve sahibi hiç bilemeyecektir kaç adaya kaç ele daha geçer mektubu?> tıpkı don kişotun ciddiye alınması gerektiği gibi...beni okuduğunuz ve ciddiye aldığınız için teşekkür ederim..ve ayrı bir yere koyduğunuz için de...> hükmüne gelince aslında içinde anlattığı şey tam da..masallar hızla uzaklaşırken ve daha az inandırıcı ve daha az inanılır hale gelirken yani yaşamaya çalışırken aynı ızdırabı duyanlar var mı sorusu saklı herşeyden çok...> kaç kişinin okudğundan çok kaç kişinin doğru anladığı ile ilgili olmak zannımca daha doğru bir değerlendirme olacaktır...sayenizde uzunca bir süreden sonra yazabildiğim için de ayrıca müteşekkirim size...sanki bir an (yaklaşık bir yıl) tüm kelimelerimi kaybetmiştim..olmayan dulcinea'nın aşkı peşinde koşarken don kişot neyi bulmuştur bilmiyorum ama ben buldum sanırım..bir daha kaybetmemek dileğiyle...> > la mancha'lı yaratıcı asilzade don kişot:)

PARÇALAR

PARÇALAR...> > oz büyücüsüne yolculuk eden o kalabalık gruptaki kim kendinden emindi ki..hepsinin kalbinde acaba vardı?ama gene de yürüdüler teneke adam da dorothy de..oz o yuzden herşeyden çok umut için yurumek bence..tıpkı o resimdeki gözler için yurunebileceği gibi..oz un gözleri için..> .............................................................> > her tanışıklık içinde masal olma ihtimali taşır..prens-prenses olmak elinde ama becermek zor! Gerçeklik boğmak için bekler masalları..seçimde saklı her şey ya da fasulyelerde! Sahi inanır mısın sihirli fasulyelere? Bazen hayat kurbağayı yalamanı gerektirir! Biliyorum ki çok masal yitirdik..o yüzden masallar ürpertir insanı, kaybetme korkusuyla! Ama Alice?in peşinden tavşan yuvasına atlamak oradan masala ulaşamasan da hayatındaki en anlamlı şey olur..atlayanlar ve atlayamayanlar hayat bu kadarla sınırlı..ama insanlar kendilerine bile inanmazken nasıl inansınlar masallara??> > ..............................................................> > > ben çirkinmi çirkin bir tırtıldım...ona rağmen sevdim dünyayı...dünya beni sevmesede..ve sevgimle yürüdüm dallarda, toprağın üstünde...belki sürünmek gibi geldi sizlere..ama ben nefes aldığım için mutluydum..belki beğenmezsiniz çirkin tırtılların trake solunumunu, ama inanın bu dünyanın sevilmeye değer olduğunu anlayacak kadar nefes alıp verdim..sonra sevgimi vermek istedim ama o sevgiyi alacak bir yürek yoktu...o kadar yoğunlaştı ki yüreğim..biliyorum gülüyorsunuz içinizden bir tırtılın yüreği olur mu diye..küçükte olsa sizinkiler kadar büyük bir yüreğim var benimde..o kadar yoğunlaştı ki yüreğim durdum..ve içime döndüm..bir koza örmeye başladım etrafıma...sevgimden ördüm bu kozayı..dışarı çıkmamam çok az kaldı..ama kupkuru bir kozayken içinde ne saklı olduğunu bilmeden sevildim ben...şimdi onun için en güzel renklerden kanatlarım olsun istiyorum..hiç görmediği yerlere uçalım istiyorum onunla..ama hepsini saklı kaldığım kozanın içinden ona söyleyemiyorum...ama bilsin diye yazdım, onu ne kadar çok sevdiğimi...güzel sesli kız beni kozamda sevecek kadar büyük yürekli kız..bir tırtılı bir kelebeğe dönüştüren şey senin sevgin..sevginle beni dönüştüren kız; seni çok seviyorum..o yüzden gökkuşağı renklerinden kanatlarımla senin için uçacağım gökyüzünde..belki porsuk çayının kenarında görürsün beni..bir tırtılı kelebeğe dönüştüren güç sevgide gizli..sevgimse senin sevginde...gökkuşağım gözlerini görmeyi çok özledim...> > .................................................................> > yolunu kaybetmiş, karanlıkta karşısına ilk çıkan ışığa doğru uçmuş bir gece kelebeği...ışığın etrafında pervane olmak ve döne döne kaybolmak kaderi...kelebekler ışığa uçar, tıpkı kelimelerim gibi... kendileri daha derinlere ait olsa da uçar kelimelerde ışığa.... ve her kelimede harfleri sayısınca melek...her haqrfin bir meleği vardır ya..birlikte uçarlar..gece kelebek ve kelimeler...ışığa ya da gözlere..gözlerine..> > > ..................................................................> böyle hareketsiz dururken...bir su damlası gibisin..öylece dokunulabilecek...ama dokunmaktan korkulan...hani yağmur sonrası camdan aşağı düşen damlalar gibi..kendine yollar çizen su damlaları gibi...

PLÜTON, SENİN BİR HİKAYEN YOK MU?


      Plüton



Ağrı Dağının gölgesinde…

“herkesin yolculuğu kendi içine ve ruhunadır...”



Bazılarının yolculuğu diğerlerine göre çok uzundur. Dünya 365 gün, Merkür 58 gün de tamamlarken güneş etrafındaki yolculuğunu, Plüton’un ki 248 yıl sürer... 

Bir deniz çocuğuyum ben... Bundan bir sene önce böyle başlardı bu yazı ama şimdi? Şimdi biraz da dağlıyım galiba... Tüm tanıdıklarımla, sevdiklerimle aramda bir dağ yükseliyor... ve ben bu dağın arkasında saklanmaktan mutluyum galiba... ve tüm dağlılar gibi yalnızlığı seviyorum ya da yalnızlığa alışkınım veya bana öyle geliyor...  bir vehim belki de... ama ne tam bir dağlı olabiliyorum, ne de bir deniz çocuğu...  gözümün önünden dağın görüntüsü, kulağımdan denizin sesi gitmiyor...

Senin hayatıma girdiğin yer, ne o teleferikteki senin İstanbul’la tek bir resim olduğunuz muhteşem an'dı, ne de, mavi odada yediğimiz yemekteki müstehzi bekleyişindi...  ya da geçmişe dönük hüzünlü halin... göz yaşların...  bunların her biri bu satırları yazanın kalbine giden birer köprüydü belki ya da sevmek için bir sebep - ama benim kalbimin duvarlarını yıkan dinamit sen yanımdayken değil yokken patlayıverdi...

Çok yıldızlı (kentlilerin göremeyeceği kadar çok) bir Doğubayazıt gecesinde, onlarca meteor atmosferde yanarken, Şırnaklı bir çavuşun anlattığı aşk hikayesi bitip de, bana dönerek, senin bir hikayen yok mu dediği an  başladı her şey!

Bugüne kadar yazdığım her şey bu sorunun bir cevabıdır aslında... Bu benim  hikayem...  O gece, yok diye bir cevabı kabul etmediği için var ettim bu öyküyü...  ama hep bildim yok'sunluğunu…  yok'luğunu...

Sen Şırnaklı çavuşa anlattığım hikayenin kahramanısın... Ona bir hikaye borçluydum ve sen benim bildiğim en güzel öyküydün!

Ve şimdi ben yanında değilim... Tıpkı aramızda Plüton’un güneşe olan uzaklığı gibi bir uzaklık var... 6 milyar km. ötede olmak ama yine de güneşin etrafında dönebilmek... Ve bilmek güneşe Merkür kadar yakın olamayacağını... ya da aradaki diğer sekiz gezegen kadar yakın olamayacağını... Kısacası aşk senden 1560 km. ötede duyduğum şeydi... ve ey güneş senin çekimine kapılıp da sürdüreceğim yolculuğumu... ama hiçbir zaman onlar gibi yakın olmamı bekleme...

Bizim yakınlığımıza engel: kütle çekim kanunu...


……………………….


Bu yazı 2002’de askerde çarşı izninde Doğubayazıt’ta bir internet kafede yazılmıştı.

Plüton bu yazıdan 4 yıl sonra gezegenlikten çıkarıldı. Gene de dönmeye devam etti güneşin etrafında, insanların onun için verdiği karara aldırmadan. Dün insanoğlu 9 yıllık bir yolculuktan sonra Plüton’a ulaştı. İlk gelen fotoğrafta Plüton’un yüzeyindeki kalbi andıran şekil, insanoğlunun kalp kırma yeteneğinin ne kadar uzaklara varabileceğini gösterdi.

Elbette ne kadar uzakta olursak olalım birbirimizden, içimizde bir kalp varsa eğer, adımızı, sanımızı da elimizden alsalar hiç kimse de olsak, o kalp atmaya ve sevmeye devam edecektir. Tıpkı Plüton gibi…


KÖTÜ YAZI

ben bir falcı mıyım bilmiyorum...her daim bildiklerim oldu bilmemem gereken şeylerden ...derler ki yazmak konusunda, onun motive ediciliği konusunda, ölümdür en büyük motivasyonu...ölümü yenmek..bir nevi ölümsüzlük arayışı işte... benim için çoğunlukla anlatamadıklarımı anlatabilme biçimi...bir gülten akın şiiri okudum bu sabah...
bu bir çarpışmaya benziyor
bütün gün bütün gün çarpışa çarpışa
kentin ağır sularında
herkes yaralı
erkekler
kanına alkolden kıymıklar batıran
erkekler doğuyor çılgınlıklarından
kadınlarsa
kapatıp kendilerini rahimlerine
sırlarıyla oynuyorlar
kent bitti..(gülten akın)
bende kapatmak kapatılmış olmak konusunda düşünüyordum uzun zamandır... sanırım kendimi hep dışarıda hissetmemin nedeni bu.. bu tip vehimler...erkek beynini kemiriyor sanırım..bu cinsel organlarla da ilgili olabilir...kadının karanlık dehlizleri ve erkeklerin aleniliği...bir biçimde bir kuyuya inme duygusu her kadında hissettiğim bir duygudur benim..
bu daralma duygusu ve derine inme ışığı kaybetme korkusudur belki de erkek çılgınlıklarının nedeni..ya da çocukluklarımızın...kadın erkek konularında uzman olduğum söylenemez.. genellikle elime yüzüme bulaştırmakta başarılıyımdır ben...aşka insan kendini kapatır...bunu en çok kadınlarda hissediyorum ama..buna doğru insanı bekleme süreci deniyor..öyle biri varsa eğer elbette...kadınlar kendilerini bir salyangoz gibi kabuğuna çekerken ya da bir kaplumbağa gibi...erkek tam tersine daha çok dolaşıyor...savuruyor kendini..deniyor...hangisi doğruyu tartışmıyorum...sadece böyle oluyor..
kapıyorsun kapılarını ve örtüyorsun perdelerini yaşam belirtisi göstermiyorsun...ve bekliyorsun.. bir örümcek bekleyişi sabrıyla belki...öykünün benzer yanlarında iticilikler var... ama kadın lar yaralandıklarında...duruyorlar.. ve kararlar alıyorlar..
erkeklerse daha fazla savruluyorlar...daha fazla kadın daha fazla savaş...daha fazla yara...bu kadar çok kadının yaralı olması da bundan sanırım bir erkek birçok kadını yaralamayı başarıyor nüfusları az olsa da....
bu da kötü bir yazı...ne demekte olduğumu biliyorum..kapama kendini çekme benden elini demek değil..sen tekrar tüm korunmasızlığınla çık ortaya demek de değil..bir erkek çılgınlığı bu belki de...ama kapıyorsun kendini biliyorum..ve korkarım bazen insan savunmasının nasıl düştüğünü anlamıyor bile...
ben senle çarpışmak istemedim hiç..ve o panik duygusunu bir kadının yanında yaşanan her erkeğin bildiği ama çoğunlukla anlam veremediği o panik duygusunu yaşadım da...tüm saçmalıkların temelinde o var zaten... ego değil bu...kaybolmaktan korkma... içinde yitmekten tedirgin olma...kopuk kopuk bir şeyler işte sadece hayatın izlerinin peşinde yazıldılar..bu da bir kötü yazı...kapanma demem lazım ama kapandın bile...ya da hep kapalıydın..ama bir kuyuda kaybolmaktan korkan küçük çocuğu anladığını biliyor ve kraliçe arı ya da karınca duruşunla tebessüm ettiğini biliyorum.. tüm erkekler yarışırlar ama bir erkek kazanır ya onların dünyasında..kraliçe hep aynı yerde durur erkekler değişir hizmetkarlar değişir...kadın bekleyendir erkek kuyularda kaybolan...
o yüzden kelimelerle isimlerle uğraşmamalı insan...hayat bize yeterince yafta veriyor zaten.. sevgili olmadan da resmen olunur sevgili..dostum demeden de dost olunur..sürekli keliemelere yapılan vurgular içini boşaltıyor herşeyin...aşkın da sevginin de dostluğunda..
sen kozasında saklanan kız...anlıyorsun mu beni sahiden...telve okumam yanlışlıklarla dolu işte.. anlamam falcılıktan demiştim:) iyi bak kalbine...

KÖSTEBEK

KÖSTEBEK

-özel olana-

“bana alabileceğimiz biçimlerden söz etme sakın, bir çiy damlası getir nilüfer yaprağında” lale müldür (aklımda kaldığı kadarıylaJ

Bir tünel kazıyorum ben… kelimelerle eşeleyerek, kazıyarak bir tünel kazıyorum…ve farkındasın sende biliyorum hayat dediğimiz şeyin ya da ondan bize düşen alanın aslında ne kadar dar ve karanlık olduğunun…yıldızları görebiliyor musun mesela? En son ne zaman şöyle bir temiz hava çektin ciğerlerine?…karanlık ve alacalı bir dünya burası…ve bize bu dünyada madenciler gibi çalışmak düştü…öyle ki yeryüzüne bir daha çıkmanın yasak olduğu bir yer burası.. işte o yüzden de insanlar artık kalplerinden çok elleriyle görür oldu.. tenleriyle fark eder oldular... çünkü bunca karanlıkta ancak en yakınındakine uzanır ellerin… ve dokunabildiğinin varlığına inanabilirsin… hırslarımızla arzularımızla yarattığımız dünya burası ve burası insanların dünyası ahir zaman rüzgarlarının estiği…

Ve ben bir köstebek gibi tüneller kazdım…. Gökyüzüne…rüyalara…sana…yıldızlara..güneşe…hepsi kelimelerle kurulu tüneller… okyanusa atılan şişeye benzetiyorum yazdıklarımı… okurunu aslında tanımadığım ama bir biçimde karanlığın ve aslında nefes alamadığımızın farkında olan bir okurun okuması için…o şişeyi bulup denize atmak ya da o kelimelerin peşinden gitmek en azından bir şişeye de kelimelerini koyup atmak en azından yazarak .oktan bir dünyada yaşadığını haykırabilmek… o yüzden yüzlerce kişi okumuştur yazdıklarını o şişedeki…ama kaçı bilmiştir kaçı gelebilmiştir ada’ma?…. sayılar çağında sayılar önemli biliyorum… ama hala nitelik önemli işte…ki o karanlıktan o yapış yapış dünyadan mutlu o kadar insan varken..kelimelerle girilen çabalar aslında komik de kalmıyor mu?... işte o yüzden bir yüzüm yok burada…ve o yüzden bir kimliğimde…

Hala kelimelerle kendine yollar arayan, yıldızları özleyen aslında hiç de öyle çok insan yok…her şeyin ayağa düştüğü bir çağda elbette kelimelerde büyülerini kaybettiler… tılsım yok artık… tılsımlı sözlerde…kapılar açan açıl susam açıl dediğinde kavuşulan hazineler yok artık…

Bu satırları yazan çocuk kaybettiklerimizin çok ama çok farkında olarak yazıyor…ama bambaşka bir okyanusta bambaşka bir adada yalnızlıkla kuşatılmış senin verdiğin ses gibi sesler çok az…ve ben o seslerden ne kadar çok bulursam o kadar mutlu oluyorum…belki de şişedeki mektubuma böyle de cevap verilebilir…

“ahhh yavrummmm hiiii ii diilsin sennnnn:)yazıkkkkkkkkkk... sen yalnız ve resme bile sulanabilen bi zavallısınnnnn üzüldüm bak şimdii kopyalanmıyomu kopyala her su içetiğinde bakarsın resme:) “

Bu benim açıl susam açıl’ıma bir cevapJ bana seni getiren kelimeler…onda böyle bir tepki yaratıyor:)..aslında hüzünlü belki de… ya da belki de hikaye budur yaz’ılmalar diyarında yazma’nın acısı…kelimelerimi okumuş çok kişi var…ve çok kişi daha olacaktır da…

İnsan her şeye cevap vermeye çalışınca hep bir şeyleri unutur belki de en önemli soruyu ve cevabı… paylaştığım her kelimem sadece sana özeldir…aynı şeylerin aynı kelimelerin bambaşka tepkilere yol açtığını bizzat yaşayan biri olarak bunun böyle olduğunu bilmeni istedim…

Viva la vida yaşasın hayat demek… sanırım önce frida kahlo bir resminde kullanmış bunu.. sonra ricky martin bir şarkısında…ve elbette coldplay son albümlerinde…hangi hayat sence yaşaması gereken…

Bir tünel kazıyorum ben… kelimelerle eşeleyerek, kazıyarak bir tünel kazıyorum…ve bu tünelin nereye varacağını bilmiyorum ama güneşe yıldızlara varsın diye yazılıyor her kelime… ve o yolda karşılaştığım için seninle….şimdi daha umutluyum hayattan…viva la vida… gültekin

MAVİ BALİNALAR

Fındıklar vardır...umutla kırdığın..ama içi boş çıkan...senden önce fındık kurtları boşaltmıştır içini...bazen yazmak da böyle..kalem kağıt herşey yerli yerindeyken başını iki elinin arasına alırsın ve bir bakarsın ki yazamıyorsun... bir yanın yani kalbin yazmak ister içinde taşıyamadığını düşündüğün yükler vardır...ama olmaz...başını blender’a atarsın olmaz.. sonra meyve sıkacağı gelir aklına bir de orada beynini sıkmayı denersin ama gene olmaz...işte içi boş fındık kompleksi... hani derinlerde bir yerlerde kendine bir yeraltı ırmağı için yol bulan ve yavaş yavaş kaybolan göller gibi...Sahi bizim fındık kurtlarımız kimlerdir ya da nelerdir?... en güzel yastıklarda yatırdığımız başlarımızın içini kim kurutmaktadır?... çalışmak denen garip hiyerarşik düzen, sıradanlıklar, iş dediğimiz ve bizden bizi çalan şey yalnızca bunlar mı...bazen mutluluk da çalar kelimeleri... faili çok olan bir cinayettir yazamamak..öyle durumlarda oturup yazmayı neden beceremediğini yazmak bence en iyisi...tıpkı şimdi benim yaptığım gibi...Necip fazıl’ın dizesidir belki özü: “kustum , öz ağzımdan kafatasımı”... Ama en güzeli kağıda düşen kelimeleri bir daha hiç okumamak...ve bir yerlerde okunduğunu bilmek...ve anlaşıldığını da...iyi ki oralarda bir yerlerdesin okur...sen de bilirsin içi boş fındıkları, biliyorum....bu yazıyı yazdıktan sonra başıma iyi bir hediye vermek istiyorum: kaz tüyü yastık almak....pamuklara saramasamda kaz tüyü yastıklarda yatırmalı onu... bu yazı kaz tüyü almak isteyen birinin saçmalamaları diye de okunabilir...fındık hasatından fındık kurtları yüzünden yeterince verim alamamış bir çiftçi olarak da.... yitip giden gölün arkasından ağlayan bir balıkçı...ya da bir kentsoylu’nun sıkıntısı diye de...ama sen okur biliyorsun ki bunları yazan çocuk sadece senin için yazıyor....aradaki köprünün yitip gitmemesi için...kelimelerle kurulan köprüye yazıldı bu...diğer yakada, diğer adada, diğer kıtada, diğer gezegende, diğer galakside durana...belki bir otomobil almalıyım, belki de yümeyi öğrenmeliyim belki de koca bir transatlantik’e binmeliyim, ya da astronot olmalıyım, veya kendimi dondurup galaksinin birine doğru uzay gemisiyle yollatmalıyım... bunlar da insani ve çoğunluğun uygulayacağı çözümlerdir...ama ben kendimi bir mavi balina gibi hissetmeye devam edeceğim karşında...biliyorsundur mavi balina sadece mırıldadığında bile 16000 km. öteden duyulurmuş...işte bu benim mırıldanma şeklim ve bunu ancak dünyanın neresinde olursa olsun sadece başka bir mavi balina duyup anlayabilir...mırıldandım duyuyor musun beni mavi balina?Ve “kustum, öz ağzımdan kafatasımı” sessizce...evrene rahatsızlık vermeden, bunun için özür dileyen bir tabela asmadan...şimdi hamlet gibi elimde kafatasım...ve ben ona ne diyeceğimi bile bilmiyorum:...sen kendine baktığında ne söylersin...bunu ancak bir mavi balina bilir...yaşayan en büyük memeli... belki soru şudur şairin sorduğu şey...neden ben gezdirmeliyim ense kökünde kainatı? O yüzden susuyorum ben...küçük yalanlarına inasanların, duyarsızlaşıyorum küçük oyunlarına içime dönüyorum...yüzümde bir tebesssümle..biliyorum diye haykıran... kendini bir fındık gibi hissetmek nedir bilir mi sahiden bir mavi balina? Küçük insanların gürültülü bir biçimde dünyayı yok edişine bakıp da yüzmeye devam eder mi mavi balina? Ya da onların güzel kokmaları için parfüm olmak için öldürülmeye razı mıdır mavi balina?...ağlamadan sızlamadan onurluca ölmekdir belki en büyük ders... duyuyor musun hiç seslerini mavi balinaların...gezegende onlardan daha güçlü bir ses yok ve onlar sessizce ölüyorlar avlanıyorlar...insanların insanlarla insanların doğayla doğanın doğayla hesaplaşmasında kara deliklerce yutulan küçük gezegenlerin yıldızların hesaplaşmasında yargıç kim olacaktır? kara koyunun ak koyundan hakkını istediği zamanda mavi balinanın yaşama hakkını istediği zamanda insani bir adalete sığınılabilir mi...tanıdıklarını korumaya meyilli olana yani...aslında kısacık bir yazıydı bu... fındık kabuğunu doldurmayacak kadar ufak... belki hayat denen şeyden haklarımızı istediğimizde mavi bir balinadan avukatım olmasını isteyebilirim... ey mavi balina biliyorum duyuyorsun...senin için mırıldanıyorum... ve biliyorum sen de benim gibi kalbinde bir sızıyla yüzüyorsun...kalp ağrısını biliyorsun sen...Duyuyorsun biliyorum... gültekin 09.31 (06.08.2008)

KURUTULMUŞ MEYVELER

KURUTULMUŞ MEYVELER

Eski ya da yeni… aslında kelimeler üzerine bırakılınca kağıdın, ne önemi var artık zamanın… belki kalıcılıktır yazıyı bunca büyülü kılan… Şimdi sen yeni bir günü yaşıyorsun… bugün aslında pek farklı değil diğerlerinden ama işte şimdiki zaman diyorlar ona el’an… Şimdiki zamanı dolduran bir hediye düşlüyorum kelimelerini benimle paylaşana… bunu uzun zamandır düşlüyorum… Bu hediye için beklemek gerekli… Zaman gerekli, güneş gerekli… O zaman anlamalı mevsimi, soğuğu ve sıcağı insan… Kurutulmuş meyvelerden bir sepet… Doğum günün gelince hediye edilecek bir sepet kuru meyve.. İçinde incirden kayısıya, üzümden elmaya kurutulmuş meyveler olsun istiyorum.. Ellerimle toplamak, ağaçlarına tırmanmak, düşme korkusunu içimde taşımak ama gene de tırmanmak ve topladığım meyveleri güneşe serip kurutmak istiyorum… İçinde bolca güneş…bolca rüzgar olsun ve elbette bir de yağmur… ağzında erirken o rüzgarı o güneşi duyumsa istiyorum… Ve meyvelerin üzerinde ellerimden geçen sevgim olsun… korkularım, telaşlarım, hayallerim olsun… Eline aldığında duttan sana geçsin bütün duygularım…öyle ki dutu sevmediğimi ama senin için topladığımı eline alınca hissedebilesin.. sana bir gün doğum günün gelince meyvelerden bir sepet hediye etmek istiyorum… içinde tek sevmediğim meyvede olsun: dut… kokularıyla geçmiş yazın hayali gelsin hatrına… kaybedilen günlerin anısı… bir nehir kıyısında oturmayı hayal ettirsin sana… aşkın benimle üşümek olduğunu duyumsatsın sana, yanmaktan çok… tatlarıyla geçmişin tüm mutluluk hayalleri ve hayaletleri üşüşsün üstüne.. kaybedilmiş bir dost, akraba, sevgili… sonra hüzünlü gözlerle sepetin içindeki karta bak… benimle kelimelerini paylaştığın zamanlarda çilek kokuları saçan kız; doğum günün kutlu olsun… belki erken belki geç bir doğum günü mesajı bu…belki de şimdidir yeniden doğduğun gün… kurutulmuş meyvelerin arasına sıkışmış kelimelerim… doğum günün kutlu olsun…belki dündü, belki bugündü, belki yarındı…. Sana yazarken kurutulmuş meyvelerin kokusu hala burnumda… Ve sahi hiç vişne gördün mü pazarlarda… ben bir türlü denk gelemedim… dudaklarımıza vişne bulaşmadan o mevsim yaşanmış sayılmaz değil mi?… vişneye benzetmeyi severim dudakları ben kirazdan daha çok:) çünkü yaşamak daha çok vişne tadındadır…uğruna ölünen aşk da dudaklarda gözlerde vişne tadındadır.. doğum günün kutlu olsun…belki dündü, belki bugündü, belki yarındı…. 08.07.2008 Salı (15:01) gültekin…

AĞLAYABİLEN ADAMLARA

AĞLAYABİLEN ADAMLARA


Modern zamanlar bizden kadınları çaldı…çocukluğu ve ilk gençliği 80’ler de geçen ben, kadınların gerçekten başka bir dünyadan geldiğine inanırdım..
Ve inanılmaz kırılgan,saygın gelirlerdi bana her biri…kötü olan erkeklerdi,kadınları kandıran, ağlatan ve üzen..ama zaman öğretti bana..
Erkekler ağlıyordu..kadınlar bir tank gibi acımasızca yollarında ilerliyordu..ve o tankı onlar kadar güçlü olan, durdurabilirdi..bu benim en büyük hayal kırıklığımdır..
beyaz atlı prenslerin, aslında prenseslerin olmadığı gerçeğiyle yüzleştiklerindeki acı..hani onu öpecek kız olmadığı için sonsuza dek kurbağa kalmak gibi.. ve geceleri ağlayan erkeklerin gözyaşlarında boğulur tüm masallar.. bir kadının sevgisine evreni verebilecek adamların gözlerine bir kez bile bakmayan gözler yüzünden acıdan kıvrandığı zamanlar şimdi..gözyaşları artık erkeklerin ve korkunç kahkahalar kadınların…film tersine ne zaman döndü bilen var mı?
Masallar prenseslerin ellerinde ölür…acısı boğazımda düğümlenir..
Bu acı kadınları da kaybetmenin hüznü..erkekler zaten yitmişti çoktan..hani dizlerine başını koyduğun ve elleri saçlarında dolaşan kadınlar…
Kim çaldı masumiyeti bizden? kim öğretti bize zalimliği? bilmiyorum…
Bu satırları bir erkeğin ellerinden çıkmış gibi okumamalısın..çünkü yiten kadınlarla yitiyoruz bizde..
Öldü masallar ve bu yazı masallara bir ağıt..içinde kekelemelerim olan bir yazı..cümle kuramıyorum artık..geceleri yalnızlıklarında ağlayan erkekler,gülmeyi unutan kadınlar ve yok olan masallar…hepsi bu! Masallar prenseslerin elinde can çekişirken erkekler yorganların altında saklanırken, sihirli fasulye tanelerini arıyorum ben hala…
Her şey ve kimse değişmiyor…hayat değişmeyecek ve değiştiremediklerini kabullenmeyi öğren…ve sende öğren..hala içinde masal olan kız sende öğren..masallar prenseslerin ellerinde ölür ve erkeklerin korkak elleri diriltemez onu…

MELAL

MELÂL


ahmet haşim’in bir lafı vardı.. melali anlamayan bir nesle aşina değiliz..melal..önemli bir duygu.. usanç demek.. ıssızlık.. usanmışlık.. sardığında ruhunu insanın.. hani gidesi geldiğinde.. durası geldiğinde öylece olduğu gibi.. bu duruşu anlamalı etrafı insanın.. ama biz seviyorsak her gün yeni sevgiliymiş gibi olmak zorunda hissediyoruz.. aralıklarımız yok bizim.. fasılalar yok..yoğun yaşamak diyorlar ama derin değil..durup etrafımıza bakmadan sürüklenip sonunda tüketiyoruz herşeyi..hani dolarsın ve bağırmak istersin..bir uçurum ararsın.. bağırabilmek için.. işte sen o uçurum gibisin.. galiba bağırdığım bir yersin sen boşaldığım bir yer..bu herşeyden önce bir özgürlük alanı benim için.. senin varlığın bu her şeyden önce..sen özgürlüksün.. sorumsuzluk.. ve kocaman bir derinlik içine istediğim kadar boşalabildiğim ve beni reddetmeyen.. sen çok değerlisin demeyeceğim.. ya da farklı.. sen benim için varsın.. sen ıssız yerlerimde bile.. hani bacağını bile göstermekten korkan bir çocuğun.. çırılçıplakyanında dolaşmaktan utanmayacağı çekinmeyeceği biri.. ve hep kafamın içinde bir uğultu.. sanki içerde tv açık ve karıncalanmış ama o ses içeri geliyor.. o hışırtı..ve sen kapatmaya üşeniyorsun.. hayat böyle bir şey.. dokunamıyorsun.. ve bazen güçlü bazen güçsüzo ses hep kulağında.. bazen senin tek hakimin o oluyor.. galiba.. biz buyuz.. ıssızlıklarımızda saklanan küçük çocuklar.. bazen tanımadık seslerin değil tanıdık seslerin korkuttuğu çocuklar.. ben seni korkutuyorum.. çünkü sende beni korkutuyorsun..çünkü biliyorum ki içimi tanıyorsun.. sen benim koordinatlarımın farkındasın.. coğrafyamı biliyorsun.. beni uzaydan görebiliyorsun.. ve bende seni.. ürkekçe yürümemiz ondandır bu kadar yakınken bu kadar uzak durabilmemiz de...kelimeler dünyasında.. dimdik durabiliyoruz belki .. ama yaşarken bu kadar dik olamıyoruz..senin öykünün benimkiyle kesişme noktası bu sanırım..evet kalabalıklar içinde yürüyoruz.. ama içimizde bir rüya saklıyoruz.. ve o rüyada da yürüyoruz aynı zamanda.. o yüzden hayatımızı çift yaşıyoruz.. o çelişkiyle yürüyoruz hayatın içinde.. o yüzden kelimeler daha çok incitiyor bizi.. vurdumduymazlıklar daha yıkıcıo yüzden.. çünkü bu dünyadan başkasının da mümkün olduğunun farkındayız.. insanlar bunu çok istemese de.. o yüzden daha bir ürkek..daha bir tedirgin bizim ruhlarımız...evet yaşadığımız hayatta sürünmek dokunmuyor.. incitilmek de... ama rüyalarımıza dokunulduğunda... yıkılıyoruz biz.. çöpten bir evde yaşasak yıkılmayan ruhumuz... küçücük bir kahkahayla yıkılıveriyor.. ciddiye alınmadığımızın farkındayız rüyalarımızın ve bizim.. ama gene de...biliyoruz ki ciddiye alındığımız diyarlar var..o yüzden tedirgin ruhunla bir hayalet gibi ruhumdan süzülüp geçen kız bil ki fark edildinürperdim ben..tüylerim diken diken oldu..sen gittikten sonra bile o duyguyu arayan biri olarak kalacağım ben..içimden geçerken bıraktığın izleri takip edeceğim..biliyorum sorumluluklar korkutuyor bizi sözler vaadler...yeminler..hepsi korkutuyor bizi..ama bil ki 6 milyar yüreğin attığı bu dünyada..tek bir yürek seni hep özleyecek...sen bir meltem gibi esip geçmiş olsan da ...her sabah bu çocuk deniz kıyısına gidecek ve bekleyecek aynı meltem essin diye...hiç yazmasan da...hiç okumasan da beni.. anlamasan da...yürüdün topraklarımda..yüreğimde ayak izlerin...saklı...ve gözlerin...şimdi melali anlamayan nesiller çağında...derin bir usançla dönüyorum içime... kendi ıssızlığıma...biliyorum ki sen anlıyorsun beni..herkesten çok...hala çiçek kokuları var...ruhumda.. seninde kokladığını bildiğim ... adamlar gider gelir..rüyalarda... ama kalır izleri kokuları....sen bendeki en derin izsin.... yüzdeki yara gibi... hiç geçmeyen... kalbimdeöylece derin bir iz var.. senden kalan tek şey bu bana...derin bir yara izi.... bıçakla açılmış....ve geride bir çocuk bıraktın ürkek gözlerle BAKAN ama yüreğindeki yara izini..yüzü yaralı bir korsanın gururuyla taşıyan bir çocuk...yahya kemal dizesi gibi belki herşey..“Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin;Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;Mehtâb... iri güller... ve senin en güzel aksin...Velhâsıl o rü'ya duruyor yerli yerinde! “
(13.06.2006)

METEOROLOJİ İSTASYONLARI

METEOROLOJİ İSTASYONLARI



Hani kış şimdilerde bahara ait zamanları işgal etti ya … geçen sene bahardı, çiçekler açmıştı.. Magosa’da Akdeniz’e doğru bir hançer gibi uzanmış iskelede yürümüş güneşin batışına bakmıştık.. o son ilk baharmış nereden bilirdik.. kış ve yaz baharları yuttu artık..
Evet bir zamanlar bahar vardı.. kış ve soğukla örtüyor en sıcak anılarımızı şimdi..
Mevsimleri düşünmeye başlayınca ister istemez meteoroloji istasyonları geliyor aklıma… çocukluğumun geçtiği Kartal’da çevresindeki yolların dört bir yanını sardığı yemyeşil bir adanın üzerinde bir meteoroloji istasyonu vardı.. yeşil bir adaydı bir kaya parçasının üstündeki… yüreğimden hep orada çalışma isteği geçen bir ada… Robinson ancak bir meteoroloji istasyonunda yaşardı bu coğrafyada yaşasaydı eğer..
O meteoroloji istasyonu otopark oldu. Ben de meteorolog olamadım zaten.. hala Göztepe Feneryolu arasında tren yolunun yanında bir meteoroloji istasyonu var.. hala gökyüzünün farkında olduğumuzun bir göstergesi olarak öylece duruyor..
Ve ben hala o meteoroloji istasyonunun yanından geçerken çocukluğumun kokuları, sesleri, hayalleri yakalıyor beni… o zaman anlıyorum kadınları: kokudur her şey…
Ve o yüzden , yazdım sana bunları; krizantemler, lilyumlar, leylaklar, menekşeler ya da sarı laleler tercüman olamaz kalbime.. sana bir tek cümle veriyorum kokla diye: seviyorum seni…(*)

Neden yağmuru yazıyorum sürekli, biliyorsun artık.. ve neden yağmur, dolu, kar, rüzgar, bırakmıyor bizi anlıyorsun değil mi?
Meteorolog olmak isteyen bir çocuğun, o meteoroloji istasyonu adlı adada yaşamak isteyen çocuğun hayalleri yüzünden…
Sende o kokuları duy diye yazdım her şeyi…
Papatyaların ve toprağın ve havanın ve hepsinden önemlisi sevgimin kokusunu duy diye…
07.05.2006

(*)bu bölüm sms olarak yazıldı.. 02.05.2006

ÇİRKİN TIRTIL

ÇİRKİN TIRTIL


ben çirkinmi çirkin bir tırtıldım... ona rağmen sevdim dünyayı...
dünya beni sevmesede.. ve sevgimle yürüdüm dallarda,
toprağın üstünde... belki sürünmek gibi geldi sizlere..
ama ben nefes aldığım için mutluydum.. belki beğenmezsiniz
çirkin tırtılların trake solunumunu, ama inanın bu dünyanın
sevilmeye değer olduğunu anlayacak kadar nefes alıp verdim..
sonra sevgimi vermek istedim ama o sevgiyi alacak bir
yürek yoktu... o kadar yoğunlaştı ki yüreğim.. biliyorum
gülüyorsunuz içinizden bir tırtılın yüreği olur mu diye..
küçükte olsa sizinkiler kadar büyük bir yüreğim var
benimde.. o kadar yoğunlaştı ki yüreğim durdum..
ve içime döndüm.. bir koza örmeye başladım etrafıma...
sevgimden ördüm bu kozayı.. dışarı çıkmamam çok az kaldı..
ama kupkuru bir kozayken içinde ne saklı olduğunu
bilmeden sevildim ben... şimdi onun için en güzel
renklerden kanatlarım olsun istiyorum.. hiç görmediği
yerlere uçalım istiyorum onunla.. ama hepsini saklı
kaldığım kozanın içinden ona söyleyemiyorum... ama bilsin
diye yazdım, onu ne kadar çok sevdiğimi... güzel sesli kız
beni kozamda sevecek kadar büyük yürekli kız..
bir tırtılı bir kelebeğe dönüştüren şey senin sevgin..
sevginle beni dönüştüren kız; seni çok seviyorum..
o yüzden gökkuşağı renklerinden kanatlarımla senin için
uçacağım gökyüzünde.. belki porsuk çayının kenarında
görürsün beni.. bir tırtılı kelebeğe dönüştüren güç
sevgide gizli.. sevgimse senin sevginde...
gökkuşağım gözlerini görmeyi çok özledim...

DENİZ KIZI

DENİZ KIZI


yazarak anlatmayı denedim kendimi çünkü konuşamazdım ben önceleri..
hep dilim lal olurdu bir anda.. konuşurdum herşeyi ama aşk sözkonusu
olduğunda dilsizlik sarardı beni.. dilsizlikten çok çektim..
ve çektiler dilsizliğimden.. eskimoların yaşamsal sorunları üzerine
konuşabilirdim ama aşk anlatılamazdı bence..aşka dairde konuşurdum
aslında.. söz konusu olan benim aşkım olduğunda.. susardım..
derin bir sessizlik sarardı beni.. konuşmak için çabalayan ama garip
sesler çıkartmaktan öteye geçemeyen bir çocuk olurdum ben...
hala biraz öyleyim.. sonra yazarak anlatmayı seçtim ben..
yanyana oturduğun kıza ve onun için deli gibi kalbin atarken 3.sınıf
bir yabancı gibi davranırken.. yazın bir yerlerden yardıma koşardı...
o yüzden yazdıklarımın ilk anlamı kendimi ifade edişim..
ben beni anlatıyorum.. tıpkı şu an yaptığım gibi.. peki okuyan ne yapıyor
onu bilmiyorum.. galiba bu birazcık kelaynakları seyretmek için urfaya
gitmek gibi bir şey beni okumak kelaynaklara bakmak gibi..
o yüzden anlıyorum... kendimi de seni de.. bu kişisel sorunlarım
bölümünü hızlıca geçmeliyim aslında ama tüm anlattıklarım tüm
yazılarım için bu başlığı kullanabiliriz kişisel sorunlarım...
bir an hatırlıyorum bir rüya gibi herşey.. yaşam bir rüya..
içtiğim sular.. yediğim yemekler.. yürüdüğüm yollar.. sevgim...
hepsi bir rüya sanki.. sadece sonsuza yürümek için..
aşkı kullandım ben.. aşk bir araç galiba.. amaç değil...
aşk bir taşıyıcı.. sizi kainatın başka yerlerine taşıyan..
başka boyutlarıda görmenizi sağlayan.. ve yürürken ayaklarınızın
altından geçen karıncalara dikkat etmenizi sağlayan kelebekleri
görmenizi sağlayan bir dönüştürücü.. fakir ama çocuğunun sıcaklığıyla
boynuna sarılmış elleriyle yürürken o kadının gözlerindeki mutluluğu
yakalamanı sağlayan.. zamanı sanki yavaşlatan bir farkettirici aşk..
sahi başka birinin gözlerinden bakmayı başka ne sağlayabilir ki..
zaman yavaşlıyor aşk varken.. aşkla yüzerken bu böyle..
sanki dingin hafif meltem esen bir göl yüzeyinde sırt üstü yüzer
gibisin hatta sürüklenir gibisin aşkı yaşarken.. belki farketme
nedenin de bu zaman ağırlaşıyor... aşk bu yüzden yüce! zamana
bile söz geçirebilirsin.. zamanın ve mekanın üstüne çıkabildiğin
andır aşk.. ben kendimi.. bir kuğunun peşinde aşkı ararken
buldum önce... kuğu kör etti beyazıyla.. ve gitti.. sonra bir
gelinciğe aşkı anlattım.. aşkı bir gelincikte buldum..
ama o bana gelincik kanından bir zehir enjekte etti.. kalbimi felç etti..
beni felç etti.. gelinciklere dikkat edin ve kuğularada..
onlarla benim dönüşebileceğimiz bir alan yoktu belki..
bizim uzayda birlikte yer kaplamamız mümkün olmadı işte..
ve sonra sen geldin.. deniz kızı... kalbinde bir sürü oda vardı..
kapılarında paslı kilitlerle kapalı.. ve ben hepsini tek tek açtım..
her sözüm her kelimem bir kapı açtı... sen zaman istedin benden..
birazcık zaman.. bense.. artık yolculuğun başlamasını istiyorum..
ama yine de bekliyorum seni.. bütün kilitler bir denize atıldı deniz kızı..
kimsenin dokunmadığı yerlere dokunuldu kalbinde..
bu bir keşif gezisiydi sanki.. ben bir kaşif sen keşfedilmemiş bir ülke...
gözlerine hapsettim ruhumu.. çünkü ruhum kendisini artık sadece
gözlerinde özgür hissediyor.... şimdi kırkıncı odanın kapısında
bekliyorum ben.. aç diye.. ve gidelim diye.. biliyorum aşk korkutucudur..
alıştığımız hiçbir şley gibi değildir o.. ama deniz kızı ben suyun altında
nefes almak için sen karada yürüyebilmek için bir gece dolunayda
değişmek zorundasın.. ve dönüşme zamanı yaklaşıyor..
biraz daha zaman der gibisin ama ben gözlerini gördükten sonra
daha fazla tutamıyorum kendimi.. evinin pencerelerinden kapından her
yanından sana doğru akıp gelen beni farket... ve hisset..
saçlarını yalayıp geçen uçuran rüzgarım ben..
deniz kızı seni seviyorum beni duyuyormusun..
ve ilk kez bunu yüksek sesle de söyleyebiliyorum..
bunu duymak için beni zamana bırakma.. çünkü seni kaybetmekten
çok ama çok korkuyorum.. hep yanımda ol deniz kızı.. bak bahar geldi...
kalbindeki kırkıncı odada baharı saklamışsın.. kokusunu duyuyorum..
artık aç kapıyı... ve bu yalnız ruhu al içeri.. çünkü sen ona o sana ait...
ya da aşk sadece bir hayal olarak kalmaya devam etsin..
sahi herşey bir rüya mı yoksa... yüreğim ruıhum herşeyim armağandır
deniz kızına.. tek bir öpücüğüne.. çünkü o öpücük evrendeki tüm
kapıları açan öpücüktür.. öp beni deniz kızı... kainata saygılarımla...
ve sevgilerim deniz kızına...

ÖLÜ ANILAR KUTUSU

ÖLÜ ANILAR KUTUSU


(Çekilmiş acıların son yazısı)
Başın dizlerimdeydi..Elim elindeydi..Elini göğsüne bastırdın, elim elinleydi hala..Ben durdum, zamanda durmuştu benimle! Öylece durduk..Hala elim seninle soluk alıp veriyordu… ************************************************************************* Koca bir kutu getirdin bana..İçinde geçmişten kalmış fotoğrafların, yazıların olduğu..Hani içinde bana dair hiçbir şeyin olmadığı o kutu..Hani ölü anıları gömdüğün o tabut..Baktık hepsine ve okuduk hepsini.. *************************************************************************** Ölü anılar kutusuydu o..Ve ben senin yaşamının şahidi.. Evet “sen yaşadın” demem için oradaydım ben..Benim rolüm buydu:Şahitlik..Yaşadıklarına şahitlik yaptım ben..İşte o yüzden yaşanmışlıklarını biriktirdiğin o kutuda ben yokum..İşte o yüzden bana ait tek bir mesaj, tek bir mail saklı değil sende… *************************************************************************** Bana geldiğin zamanları hatırla..Sadece yalnız kaldığın günlerdi onlar..Evet sen geldin ve ben hiç hayır demedim..Kalabalıklar seni kuşattığında sahtelikler seni sardığında ben hep unutuldum..Ta ki yalnızlık seni yakalayana kadar..O seni yakaladığında sende beni yakaladın..Ve anlattın.. Mutlu olduğun anları, günleri, inanları, fotoğrafları..Ama ben yoktum anlattıklarında..Hep geride kalanlar vardı..Oysa benim en mutlu anlarım yanımda olduğun dakikalardı, bana baktığın anlardı..Ki o bakışlarda beni görmediğini, hep uzaklara baktığını bilmeme rağmen..Ben bir müşahidim!!! Ölü anılar kutusuna bakan bir çouk..Gördüğü her resmi, her ölüyü delice kıskanan bir şahit..”Evet sen yaşadın” ve yaşadıkça beni öldürdün…Ama benim bir tabutum yok..ne de kalbinde bana ait tek bir iz…Ölü anılar kutusu bana hüznün adı oldu… *************************************************************************** Beni öptüğün o gece, benim seni öpmeme nedenim buydu..Kendimi bir kutuya hapsetmemek..Özgürlüğümü dudaklarında bırakmadım ben, ne kadar canımı yaksa da..Ölü anılar kutusunun en büyük mahkumu sensin..dilerim bir gün bunu fark edersin..özgürlük yalnızlık da olsa…

KIRMIZI

K I R M I Z I



kırmızıyı sevdiğini bilseydim, hayallerim kıpkırmızı olurdu. dün rüzgar neden o kadar sert esiyordu?şimdi biliyorum...yanyanaydık ama kendi yalnızlıklarımızda yürüyorduk.. rüzgar deli gibi buluşmayan ellerimizi arıyordu..bu kadar yakınken bu kadar uzak olabilmeyi ne rüzgar anladı, ne insanlar... ne de kalplerimiz... halbuki martılar üşüyünce denizin sıcağında bulurdu kalplerimizi...etrafını ısıtan ışıyan kalplerimizin kör ve karanlıknoktasındayız ikimizde...ben senin ve sen benim kalpsiz anlarımızı biliriz..başka hiç kimse inanmaz buna.. şimdi o kara delik yutuyor ışığımızı..başkalarına da bir şeyler kalsın diye ışığımızdan, ayrılıyoruz. anlayabilirmisin, neden çıban gibi büyür bağrımda, büyür de kelebek olur bu sızı... anlayabilirmisin, kırmızıyı sevdiğini söylediğinden beri tepeleri kırmızı, suları kırmızı olarak neden gördüğümü... limanlardan gemiler okyanusa değil önce senin yüreğine açılır tıpkı benliğim gibi... hasret, gurbet nedir bilmezdim öğrendim senden! biliyorum ki sen nice gemiler gördün, nicesini bağrında ağırladın, kılavuzluk ettin.. bense kırık dökük gövdemle, hüzünlü gözlerimle, kalbine varamadan yarı yoldadüşüp kalan sözlerimle sana doğru ulaşmaya çalıştım.. deniz fenerim! kıyılarında kalmayı haketmiyorum ben.. ama sisili bir havada, fırtınalar, dalgalar beni sana savurdu...ayrılık acısı kalbimden yola çıktı, kanıma karıştı..ve şimdi hücrelerime ulaştı..hücrelerim boğuluyor acıdan... sana giden yolların kavşağında bir adam direniyor izini bulmak için.. birlikte yürüyen iki yabancı var..benim yaralı yazılarım var.. senin hüzünlü tebessümün..bir de kırmızı... halbuki mantık yoktu.. fizik kimya biyoloji yoktu.. sen kısacık ömürlü gelincikleri (kırmızıyı) severdin..ben seni! herkes kendine fani sevdalar bulur...belki unutmak, gitmek...bunlar kolayca olabilecek şeyler.. ama bulutları başına taç yapan dağları, delice bir hızla deli bir denize akan dereleri, karadenizin kuzey rüzgarlarıyla üstüne sıçrayan sularını, gölgesini anne kucağı gibi üstüne düşüren ağaçları kiminle konuşabiliriz..senin anlattığın o gizemli boşluk var ya kalplerimizde...sen galiba tam oradasın..daha önce kimsenin girmediği yerdesin..işte bu yüzden zor..hayatına bir sürü insan girebilir..ama oraya yalnızca 1 kişi oturur...ve orası ne renk biliyor musun? gelincik kırmızısı..kırmızıyı sevdiğini bilince hayallerini kırmızıya boyayacak kadar seni seven birini bul..sevmek böyle bir şey çünkü..herşeyi unutup seni hatırlamak...çözümsüzlük: normal davranmaya zorlayan şartlarda,bir isim arayan geleneklerde gizli..çözümse:herşeyden önce kendimize direnmekte ve zamana ve diğerlerine..her baktığımızda gözlerimize karlı bir havada yürüyen iki kalbi hatırlamakta..paranoyalarımızı unutmakta..ben biliyorum ki kalbimde tek bir yer, o ulaşılmaz yer, gelincik kırmızısı...ve bu bir biçimde sonsuza kadar sürecek..kendimize öğretmemiz gereken en önemli cümle bu: bu ilişki normal değildi ve olmayacak.. hiçbirimizin bunu normalleştirmeye hakkı yok.. kalplerimiz dolup dolup boşalacak ama sen kalmaya devam edeceksin.. daha görülecek ve gidilecek yerler var..gelinciklerle dolu... ve sorunların kaynağında hep konuşmaya alışmış beynimizin gönül diliyle konuşmakta zorlanması var! yürümeyi bilmeyenin yürümesi gibi bu..öğretilmedi bize böylesi..o yüzden özürlü gibi hissediyoruz kendimizi bakışlar karşısında...bir gün gelinciklerle dolu bir yerde tatlı bir meltem yüzünü yalarken yanında olacağım..tıpkı senin , bir dağ doruğundan yere inmiş bulutlara ve dünyaya bakarken yanımda olacağın gibi..kalbin benimle mi bilmiyorum ama kalbim seninle sonsuza dek!.. bu bir vaat değil gerçeğin ta kendisi ve canım yanıyor o yüzden!...biliyor musun şimdiden özledim seni....

İLK KEZ ELLERİMİ UZATIYORUM

İLK KEZ ELLERİMİ UZATIYORUM


"bulunduğun yerde geceler yeterince karanlık değil"
çocuktum! galiba hala çocuğum! evet, çocuktum! Karadenizde bir kamyonun üstünde, yaylaya doğru yolculuk yapıyordum!..o yolculuk dünyanın büyüklüğünü, bizlerin küçüklüğünü anlamak yolunda yaptığım bir yolculukta olmuştu!
Aşkın; bir kayayı yarıp bir uçuruma köklerinle tutunmak olduğunu o ağaçtan öğrendim, o yolculukta...
bulutları, ayaklarımın altında bir vadinin üstünde gördüğümden beri; aşkın bulutları aşmak olduğunu biliyorum..
deniz seviyesinden, ya da şimdi yaşadığımız hayatlar seviyesinden 3000 metre yükseklikte bir gözenin kenarında açan altın sarısı yayla çiçeği olabilmekmiş aşk.
şırıl şırıl akan, ki bu şırıltı oradaki tek müzikti aynı zamanda,derenin akış yönünün tersine yüzen alabalık gibi tersine yüzebilmekmiş aşk...
ağustosta herkes yaza ve güneşe şükranlarını sunarken dağda öylece duran, her yazın ardından bir kışın geldiğini hatırlatan kar yığını gibi içten içe erimekmiş aşk.. damla damla toprağa karışmakmış..ve yanında her daim bir kardelen taşımakmış pastırma yazında bile olsa...bir kardelenin açması için önce karın yağması gerektiğini bilmekmiş aşk!
bu yazıyı anlamak, yani aşkı anlamak için bir ağaç, yayla çiçeği, alabalık, kar yığını, kardelen olman gerekmiyor! sadece ruhunu bu şehirden alıp dağlara taşıman gerekiyor!...
sevdiğini yıldızların altında görmeden, onun dört mevsimdeki halini anlamadan, anlayamazsın aşkı...
dört duvar arası aşklarımız o kadar sahte ki.. ben seni gerçekten sevdiğimi dağlarda anladım.. ve bir hüzün basıyor beni; benim baktığım yıldızı senin görememenin verdiği hüzün..
bulunduğun yerde geceler yeterince karanlık değil.. gece lambalarının sönmesi gerek! aşkımızın yıldızını görebilmen için! sahi vazgeçebilir misin elektrikten.. ve korkar mısın karanlıktan?
yağmur yağarken ıslan, üstün başın çamur olsun, saçın dağılsın rüzgarda, yanakların al al olsun soğuktan.. çünkü içimde taşıdığım aşk artık taşınmıyor! bir kez geldin yağmura rağmen bir defa daha gelemez misin kar yağarken?
bak uçurumda bir ağaç büyüyor kökleri kayalara tutunmuş tıpkı kalbim gibi.. ne olur ya kendin gel ya da bir balta gönder!
çünkü "aşk likit korku dolu bir kadehtir" ve ben o Kadehten içtim! tek bir soru var şimdi.. içecek misin? yayla zamanı yani yaz geldiğinde o ağacı, yayla çiçeğini, kar yığınını, alabalığı ve kardeleni görmeye benimle beraber gelecek misin? hiç yapmadığım bir şeyi yapıyorum şimdi ellerimi uzatıyorum sana doğru, ellerimden tutacak mısın? güneş rengi yayla çiçekleri toplayacak mısın benimle? hadi güneşe doğru yürüyelim seninle desem geç mi olur?
galiba bugüne kadar seninle aramızda kurduğum tek köprüyü sözcüklerden kurduğum köprüyü yıkıyorum.. ve ben ilk kez ellerimi uzatıyorum.. biliyorsun herşeyi.. geliyor musun?
aşk belki de deliler gibi severken seni, beni senin sevmemeni sağlamaktır....

BİR ŞAŞI BAKIŞ, BİR EĞRİ GÖRÜŞ

BİR ŞAŞI BAKIŞ, BİR EĞRİ GÖRÜŞ


"hüsn'ün sevgisi için çok bela çekmek gerektir. önce sana Kimya lazım." şeyh galip (hüsn'ü aşk'tan)
evet şimdilerde kimyanın peşine düşmüş birinin; " ne kadar saklasam elbette açılır, görünür. bu ateş, gönül dağına basılan pamuğun içinde gizli kalmaz" diyen şeyhin peşinde koşturması çok mu garip kaçar?..
biraz kimya..biraz fizik..biraz matematik..biraz ergonomi bilmek.. durduğum yeri açıklamaya yeter mi? ya da biraz sosyoloji..bir tutam psikoloji..bilgilerin tümüne sahip olmak neyi halleder ki?
geçenlerde çok rüzgarlı bir havada, çok dalgalı bir deniz kenarında -moda sahilinde- dalgaların dövdüğü taşların üstündeki isme bakıp -ki benim yazmadığım aşikar ya da yazdığım- genceli nizami'nin leyla ile mecnunu üzerine bir arkadaşla konuşurken aklıma hüsn-ü aşk takılıverdi.. sonra unuttum..tıpkı havanın soğuk olduğunu unuttuğum gibi!
ve şimdi aklıma tekrar geldi.. ve tekrar okudum.. ve yine ışıklar buldum kendimce.. tabii insan neyi ararsa onu bulur.. herşey o kadar karmakarışık ki.. moda sahiline adını kim yazmıştı? yoksa ben bilinç alanımın dışına çıkıp adını taşlara mı yazdım sonra o arkadaşı oralara mı sürükledim? kendimce işaretler mi yaratmadayım.. öyleyse bütün hayatın boyunca karşına çıkan herşeyi ben mi yaptım? tüm ilkokul günlerinden beri aldığın tüm isimsiz mektuplar,güller,gariplikler hepsi benim eserim mi?..bir insan nasıl deli olmadığını anlar?
ya da şeyh galibin dediği üzre; "bu bahislerin, bu işlerin belirmesine sebep, bir şaşı bakış bir eğri görüştü" kimbilir...
ve "tedbirini terket, takdir Tanrınındır. sen yoksun, bütün varlıklar senin vehmindir, senin şüphendir.."
diye yazan şeyh galip bu satırları yazarken benle aynı yaştaymış..
yani hüsn'ü aşkı yazdığı yaştayım.. ve garip hayatlarımızı anlamak yolunda daha çok bayramlar yaşamak gerek gibi geliyor bana..ve her bayram herkese yeni bir şeyler öğretir umarım..ama öğrenmek can yakıcıdır..zaten bunları biliyorsunuz..
peki ben ne mi yapıyorum.. bayramınızı kutluyorum sadece...sadece bayramınızı kutluyorum..25'imdeyim ve şeyh galiple aynı yaştayım demek istedim belki ama herkes bir gün 21'inde olmuştur ve sadece istanbulu fatih fethetmiştir..ve bir gün kafkayla aynı yaşta olacağım..tıpkı sizler gibi..yani aslında bir anlamı yoktur bütün bu anlattıklarımın.. sadece ganjın sularında bir kez daha yıkanmak istedim..bayrama daha mutlu girmek için..bu bir katarsis!!!
ve biliyorum önce bana kimya gerek!!!!! ve tabii sizlere de..gerçekten iyi bayramlar ve hayatlar.. aslında ne ben varım ne siz bu okuduklarınız sadece bir rüya... ama "körfezdeki dalgın suya her baktığımda o rüya duruyor yerli yerinde" (y.kemal) ve sahiden iyi bayramlar ya da öyle bişiyler işte..
bir soru hatırladığınız kadarıyla bende bir şaşılık var mıydı?
herşey bir yana o yazıyı kim yazdı? binlerce addan neden o isim.." ve Tanrı Ademe isimleri öğretti" ya da benim orada ne işim vardı?

KUĞULAR KÖR EDER

KUĞULAR KÖR EDER


aslında bir yazı yazmalıydım ama nedense yazmaktan vazgeçmek üzereyim.. hani her zaman bir direnç vardır.. hani fen bilgisi derslerinde gördüğümüz türden dirençler işte...hayatta o kadar çok direnç, o kadar çok sürtünme vardır ki neredeyse tüm enerjimizi bunu aşmak için kullanmak zorunda kalırız.. önce bilgisayarı açmalısın, sonra internete girmeli falan filan...ama hepsinden önce fişi prize takmalısın.. ne kadar yorucu olduğunu düşünebiliyor musunuz?..ve bir sürü alternatiften vazgeçmelisin de.. sonuçta zor da olsa hayatın karşıma çıkardığı tüm dirençlere karşı yine de kendime süper iletken (daha iyisi şimdilik icat edilemedi) bir ortam yaratmayı başararak karşınıza çıkmayı başardım..şu an sizinle sürtünme katsayısı çok düşük bir yerden kontakt kuruyorum..
yani rahatça yazabilirim.. bu sizi çok ama çok ilgilendirmiyordur ama sonuçta yapmak istediğiniz bir sürü şey için dirençlerle karşılaşıyorsunuz.. bunların çoğu farketmediğiniz küçücük şeylerdir yani hani kahrolası töreler(!) gibi kolaylıkla muhalif bir tavır sergileyemeyeceğiniz küçüçük dirençlerdir.. yazı yazarken elektriklerin kesilmesi gibi bişey.. ve bu tamamen içinde bulunduğun ortamla ilgili..aslında anlatmak istediğim şey süper iletkenlerin faydaları değildi..
ama nedense yazı bu yönde gidiyor işte.. galiba yıl 1557 idi.. robert record adında bir ingiliz insanlığa kötü bir hediye verdi..(=)'i icat ediverdi.. bu tıpkı saatlarde 1458'de zembereğin icadı gibi yada mekanik dokuma makinesinin icadı gibi bir icattı işte.. kötülük bunu neresindeydi..galiba onun zihinlerimizde yarattığı şey kötüydü.. hayatta 1557 ye kadar kimse herşeyi bir eşitlik ya da bir sonuç için yaşamıyordu..yani herşeyin bir sonucu olmak zorunda değildi.. yani yaşadığımız dünyaya pragmatist bir anlam kazandırdı = in icadı.. amaca ulaşmayan hiçbir şey yapılmamalıydı..çünkü anlamı yoktu.. bir sonucu yoktu..ilkokuldan beri elmayla armudun neden toplanamadığını merak etmekteyim.. ve hala cevabını bulabilmiş değilim.. yani bir aşk düşünün muhakkak ki arada dört işlem olacak ve sonuçta bişiy olacak.. aslında hayatta yaşadığımız hiçbişey de zannettiğimiz gibi rüyalar yok hep bir geometrik bir şeklin içinde (en sevdiğim geometrik şekilde yamuktur en gerçekçi olmasından ve en sevmediğim de üçgendir bu üçgen vücutlu olma idealinden dolayı) dönüp duruyoruz.. aramızdaki tek şeyse aslında bağıntılar, denklemler biz gerçi bunu sosyalize ederek ilişki diyoruz ama olan basit bir matematik işlem işte..kimi zamanlar bilinmeyenler artıyor kimi zamansa 2 kere 2 kadar basit oluyor herşey..şu ana kadar söylediğim keşke böyle olmasa adlı bir iyiniyet çabası ama sonuçta yaşadığımız hayatlar rasyonel olma iddiasında bir kişinin irrasyonel olması hiç bir şeyi çözmüyor.. hayatımızdaki matematiği aşabildiğimizde herşey daha güzel olacak gibi geliyor bana..aslında anlatmak istediğim matematikten hoşlanmadığım değildi..ne de olsa mikro dalga fırınları, kadınların ellerinin bulaşık ve çamaşır suları içinde yok olup gitmemesini ona borçluyuz.. çocukken benim böyle bir fobim de vardı..bir gün annemin ellerinin bulaşık suyunun içinde kaybolacağı ve elsiz bir annem olacağı korkusu..yani psikolojik bir borcum da var teknolojiye!!!
aslında bu yazı bir aşk yazısı kendisi pek fazla renk vermese de.. şu ana kadar yaptığım belki de rilke'nin dizelerinde anlattığı şey:"birbirlerine yüzlerce yeni ad vereceklerdir ve hepsini alacaklardır birbirlerinden ,yavaşça, küpe çıkarır gibi.." benim seni nasıl hayal ettiğimi biliyormusun?.. galiba bundan sana hiç ama hiç bahsetmedim..belki hep ama hep bunu anlattım kimbilir..çok uzun bir zamandır seni ilk tanıdığım andan itibaren seni tek bir şeyle özdeşleştirdim.. bir kuğuyla.. bir kuğu gibiydin.. sessiz sakin bir suda tek başına yüzen.. bembeyazdın.. o yüzden sana hep yanımda taşıdığım ama bir türlü veremediğim o kuğu küpelerini bir türlü cesaret edip veremedim .. o kadar çok beyazdın ki.. korkmuştum.. hani bir gün bana sormuştun ya ben bu kadar çok mu korkutucuyum diye? ben bir şey diyememiştim.. bilmiyorum demiştim.. şimdi biliyorum ki o kadar beyaz olmasaydın o kadar saf görünmeseydin gözüme herşey çok ama çok daha kolay olacaktı.. hala cebimde bir kuğu küpesi taşıyorum.. ben bunu takamam ve verebileceğim başka birini tanımıyorum.. tanıyacağımı da zannetmiyorum.. bir insan hayatında kaç tane kuğu tanıyabilir ki?... sevgili kuğu çoktan uçup gittin ve beni yine o derin yalnızlığımda denizin dibinde bıraktın..bilmeni istedim sadece.. deniz amfora' ları uçamazlar.. peşinden gelemem.. belki problem de buradadır bir amfora bir kuğuyla bir araya gelemez.. işte o yüzden matematikten nefret ediyorum ve işte o yüzden masallara sığınıyorum.. en azından orada kurbağaların bile bir şansı var.. ama ben bir kurbağa bile değilim.. o yüzden sürekli yazıyorum kendi masalımı yazıyorum.. amforalarla kuğuların bir araya gelebildiği bir dünya yaratıyorum.. şimdi daha iyi biliyorum her şeyi.. belki kuğu olmadığını düşünüyorsundur.. ama bir kuğusun sen...inan bana.. evet eğer ilk doğduğunda ördekler arasında kalmışsan andersenin masalındaki hemcinsin gibi o zaman kendini çirkin bulman çok normaldi.. galiba önce senin kendini bir kuğu olduğuna inadırmana bağlı herşey bu da çevrendeki ördeklerden kurtulmana bağlı..sen bir kuğusun..bir kuğunun kendini bir ördek olarak bilip yaşaması ne kadar da korkunç olurdu... bunların hepsi çok uzun bir yol.. o yüzden benim acilen bir simyacı bulmam gerek.. bir amforanın kuğu olmak istemesi sizce garip mi kaçar...ama sıradan bir taş altın olabiliyorsa... neden olmasın..hem bir kuğu olsam da başka kuğular da olacak.. en iyisi aşkımızı uzaya taşımak.. yerçekimi yok.. sürtünme yok.. durduracak hiçbir direnç yok...ördekler yok... deniz yok.. köklerim yok.. yani bir süper iletken ikimizi alamaz ama uzay..bence bir düşün... yeter ki içimizdeki ve dışımızdaki dirençlerden kurtulalım..
ya da herşey tüm anlattığım şeyler bir amforanın köklerinden kurtulmak için uydurduğu bir şeydir.. ve o kuğu bir katalizördür...benim fotosentez yapmam için gerekli birer katalizör.. klorofilim benim.. ve elbette güneş ışığım sen olmasan, sen olmasan:.......rahatça uyurum..ve her akşam aynı rüya ziyaret eder beni kimbilir...
beyaz kör eder..kuğu beyazlığı da kar beyazı da..beni kör eden...bir kuğu...

21 Ekim 2009 Çarşamba

MUKADDERAT

MUKADDERAT


son bir haftam ya da daha uzun bir zamandır; tristita otilis (iyi niyetli hüzün) ile tristita mortifera (kötü niyetli hüzün) arasında bir salıncakta sallanmakla geçti! ve ben hep ama hep salıncaklardan düşmüşümdür... ilk düşüşüm ulu ceviz ağacından trabzonda bir tatilde olmuştu.çocuktum.. onu hatırladıkça cümlenin içindeki kelimeler bile devriliyor işte.. o canımı yakmıştı. sonuncusuysa zincirlikuyudan mecidiyeköye giderken sağdaki parkta yaşandı. askerliğime ramak kalaydı..şimdilerde dargınlığımın saksılarında zehirli karanfiller büyüttüğüm -ki onu bile beceremedim, karanfillerin hepsi öldü bu salı- bir dostta(!) vardı. ve ben utandım.. yani ilk ve son salıncak maceralarımın bir ucunda acı bir ucunda da utanç vardı.. tıpkı bu yazı gibi..bugün bir kez daha
düştüm..
bugün kaçımız gözlerimizi yumduğumuzda hayal ettiğimiz bir dünyaya gözlerini açıyor her sabah? bugün onlarca defa söylediğim sihirli bir sözcük var: mukadderat.. bu herşeyi anlatır mı bilmiyorum.. ben herşeyi anlattığını umuyorum.. sığındığım bir liman belki.. futboldan basketboldan filmlerden konserlerden eşden dosttan falan oluşturduğum o tatlı hüzünden kurtulma çabalarımda geç de olsa bu kelime yardımıma koştu.. bu sabah uyandığımda gelmedi aklıma bu sözcük.. keşke bu kadar kolay olsaydı çözümler hayatta.. bir telefonla başladı herşey.. ses benim bir arkadaşımın, ortaokul yıllarından beri birlikte olduğumuz, zamana yenilmemiş bir arkadaş.. yine aynı yıllardan bir arkadaşın 46 yaşındaki hiç bir rahatsızlığı olmayan annesi gece uyumuş ve bir daha
uyanamamış.. ve ben cenazeye gittim..mezarlığa gittim.. bir tabuta omuz verdim ve bir arkadaşa bir teselli vermek umuduyla söylendim: mukadderat... ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilirdi ki? ikimizde aynı teselli sözcüğünde buluştuk: mukadderat.. şimdi içimde bir hüzün var ama o iyi niyetli bir hüzün(tristita otilis).. ve en kolayı arabesk(tristita mortifera) bir acı yaratmakmış o yüzden uzun bir süredir yazmaktan korkuyordum.. hayat karşımda ne kadar nezaketsizce(!) davranıyor olsa da ona karşı saygımı kaybetmemeliydim..çünkü bu en başta kendime yaptığım bir haksızlık olurdu.. gerçi bu noktaya varmak zordu.. belki yüzlerce kez daha düşeceğim salıncaktan...belki gülünç olacağım belki acınacak bir halim olacak..bir rüyayı yaşatma çabamla.. ama bir gün
gözlerimi kapatacağım ve hayal ettiğim gibi bir dünyaya uyanacağım.. belki annesi bulduğu o dünyayı bir daha kaybetmek istemedi kimbilir..ve hepimiz defalarca uyuyup uyanacağız..dilerim herkesin rüyaları gerçek olur, bazen rüyalarda kesişir yollarımız tekrar uyanmak şartıyla, kimbilir...ve biliyorum ki ne zaman gerçek cümleler kursam bir rüyayı daha yaşama şansımı yitiriyorum.. ne denirdi böyle durumlarda:mukadderat... mukadderat.. sahi kaçınız hayal ettiğiniz gibi bir dünyada yaşıyorsunuz... hayat iki kapılı bir hanmış.. en kötüsü sadece girişi ve çıkışı kalıyor hatırda.. ve seni saygıyla öpüyorum ilk ve son kez, gözlerimde yaşlar aklımda tek bir söz:..mukadderat.. sana ait hüznümü bir başka rafa kaldırıyorum. hep gözümün önünde olacak ve saygıyla
hatırlanacak bir rafa!!!!tıpkı vazoda saklanan bir ölünün külleri gibi ve ben bugün bir kez daha salıncaktan düştüm: gülmek de serbest ağlamak da.. ve ben galiba yeteri kadar ağladım ağlanmaması gereken şeylere...acemiliğime verin olur mu?.. gördüğüm rüyaları hatırlamamı engelleyen bir ilaç var mı? bir rüyayı başka bir rüyayla kovmaktan başka? ve şimdi biliyorum -iş işten geçtikten sonra denir böyle zamanlarda ama olsun- seni sevdim galiba (kurallara göre bu söylenmez ama).. hatta bir dostu kurban verdim galiba...ya da bir dost beni.. herneyse buraları hatırlamakta güçlük çekiyorum sadece acıyı hatırlıyorum... ya da öyle sanıyorum.. galiba ben rüyamda bir yazı yazıyorum..ve seni sevme hakkımı saklı tuttuğum çekmeceyi adını bilmediğim bir denize atıyorum..
en son hatırladığım şey salıncaktan düştüğüm.. ve en kötüsü bu sefer ne hissettiğimi bilmiyorum... bütün bu yazdıklarım nedir aslında: kalbimde bir de "deniz" varmış, çekmecede oradaymış... ve ben şimdi üstümü temizliyorum...ve gözlerimi kapatıyorum.. ve kulaklarımda tatlı bir teselli nağmesi..mukadderat!!!!!!!!! ölüm,bir dostu yitirmenin acısı, ve senin varlığın (aslında hiç olmayışın)ya da yokluğun,ve benim gereksiz duygularım bu yazıyı yazdırdı..ve ben de "konuştum" işte...hep filmin sonunda gerçekleri(!) söyleyenler gibi..buraya bir atilla ilhan gider mi sizce?
... gerçek değildiler birer umuttular
eski bir şarkı belki bir şiir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir
saygılarımı ve tabii ki karşılığını ödeyemeyeceğiniz sevgilerimi sunuyorum sizlere...