17 Aralık 2011 Cumartesi

YAĞMUR VE KÜTLE ÇEKİM KANUNU





YAĞMUR  VE  KÜTLE  ÇEKİM  KANUNU

"çünkü kadından önce
yağmuru gider evden" Haydar Ergülen


Bir adam öksürerek dokundu koluma "Bugün günlerden ne?" dedi..

Bir kadın elinde telefon hızla yürüyordu: "Uyanmak ne kadar garip" dedi..

Kaç gündür yağan yağmur sendin... Saçlarıma düşen her damla senden bir parçaydı... Biliyorum yazmayalı çok yağmur yağdı, rüzgar esti, kar düştü, sıcak oldu. Bir kayayı ufaltacak onca şey kalbimi eksiltemedi... Biliyorum hayal ettiğimiz gibi dağıtılmıyor roller hayatta... Bazen top oynamak için adam almaca oynarsın adımlarınla... En çok istediğin karşı takımda kalır... Hayatta en çok istediklerin de karşı takımda kalıverir genelde... İstediği gibi senaryoya sadık kalamıyor insan kendisi yazdığında bile... Ama yağmur umursamaz bu insani problemleri... Yağmaya ve buhar olmaya devam eder damlalar... Hayattaki en özel döngü budur elbette... Birden ısınınca ortam yükselirsin göğe, uçarsın. Sonra hava koşulları pek uymaz sana soğur ve yoğunlaşırsın ve taşıyamaz gök seni... Düşersin tekrar yere... Aşka benzer bu döngü... Bazen göğe yükselirken birimiz diğeri yere düşer. Ama bu kavuşmaya engelse de farkında olmaya engel değildir. Sana hediye ettiğim/edeceğim tüm kitapların ilk sayfaları bu yüzden benim karalamalarımı taşır... Farkedildiniz demektir herşeyden çok yazdıklarım...kader açısından ehemmiyetsiz olsa da... Yazarak verilebilir hediye oluşudur kitapları kıymetli kılan aslında...peçeteler kadar kıymetli... Yağmur saçlarımı ıslatmaya sen benden gitmeye devam edeceksin... Bunca zamandır yazmama sebebim bu belki de: benden uzaklaşmanı izlemek... Çok büyük cisimler yaklaşırken uzaklaşıyor intibaı bırakırlar.. Yıldızlar galaksiler gibi... Evren genişlemeye devam ediyor bütün hızıyla... Herşey uzaklaşıyor birbirinden... Aşk o yüzden büyülü birşey: evrene inat bir yakınlık duygusu... Ama aşk bile belli bir mesafeden sonra iter.. Çekim kuvvetini bilenler o yüzden şaşırır itme kuvvetine... Kütle çekim kanunu her yerde... Biliyorum her yakınlık taşır içinde; kendi uzaklığını...

Çünkü kadından önce,
 yağmuru gelir evine...

17 Ekim 2011 Pazartesi

MELANCHOLIA (KIŞ GELİR)




MELANCHOLIA (KIŞ GELİR)



Kış gelir... Önce yapraklar terk eder ağaçları ardından çocuklar parkları... rüzgarla
savrulur yazdan kalan şen kahkahalar ve çekirdek kabukları... Kombiler, kaloriferler
kentte yanarken uzaklarda sobalar yanar gürül gürül... Herkes sığınır en yakınındakine, kışın anlarsın insanı insana yakınlaştıran sıcağı ve ölümden kaçıran soğuğu...  Melancholia'yı izlerken bunlar gibi yüzlerce düş'ünce geçti aklımdan. Film yokoluşumuz üstüne, kıyamet çok yakındayken herşeyin
değerini yitirişini yanıbaşımızda olanlardan başka herşeyin kayboluşunu kendine özgü
bir dille anlatıyor. Justine bölümü en normal görünen bölüm çünkü dünyaya çarpması
muhtemel gezegen çok uzakta. O yüzden insanlar bir düğünün mutlu, mutsuz yanlarıyla
ilgilenebiliyorlar. Düğünün etkisinde olmayan tek kişi Justine... Aslında insanlardan
başka herşeyle ilgili; atı Abraham, mavi gezegen... Bildik burjuva sıkıntısını aşan
bir kaçışla düğün gecesi kocasını hem terkediyor hem de mavi gezegenin ışığıyla
aldatıyor. "bazen senden çok nefret ediyorum" diyen kardeşi Claire herşeyi düzenlemek
kaygısında olan bir burjuva... Anne ve baba figürleri onları yıllar önce terk etmiş birer
beden olarak yanlarındalar... Kıyametin bir tanımı da bu değil mi zaten anne çocuğunu
tanımayacak öyle de oluyor baba kalması istendiğinde kalmıyor ve Claire'in kocası
intihar ediyor. İki kız kardeş ve Claire'in oğlu yapayalnız kalıyorlar. Filmin kıyamet tasarımında, bu tip filmlerde görmeye alıştığımız iki şeyle karşılaşmıyoruz. Biri oraya buraya koşturan yığınlar; diğeri de Tanrı.. Kıyamete taşrada burjuva evinde denk geliyoruz. Onlarla yaşayan hizmetçinin gelmemesine şaşıran Claire'e kardeşi Justine "onun da ailesiyle geçirmesi gereken zamanları vardır bu da onlardan biridir" diyerek: çalışanın kendi gerçekliğine dönme zamanı geldiğinde burjuvanın yaşadığı şaşkınlığı yansıtırken sınıf çelişkisine derin bir göndermede bulunur Trier. bugün kriz karşısında da yaşadığımız alışılagelen düzenin devamından yana olmayı sürdüren burjuva tavrı bu duruşun temsilcisi Claire üzerinden film boyunca yansıtılır. Fransız devriminin ilerici sınıfı ne zaman muhafazakar bir sınıf olmuştur? Gerçek hayatında yalıtılmış saray gibi bir evde yaşarken dünyanın sonu geldiğinde çocuğuyla köye koşan Claire aslında kentsoylu bilinçaltına doğruda bir savrulmayı yanısıtıyordu.  Bu kadar korkunç bir sona hazırlanırken Tanrı'nın yerine daha spirütüel görünümler yaşanır. Özellikle Justine çırılçıplak gezegenin ışığında uzanmış yatarken bizi ortaçağın pagan kültürlerine cadı avlarına dek sürükler. Justine odayı değiştirirken aslında herşeyi de değiştirmeye çalışır.

Film boyunca hava koşulları sürekli değişir. Bir an kar bir an dolu bir an yağmur yağar... bütün mevsimler bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçiverir. Hayvanlar ölüm kesinleşince sakinleşirler ama insan sakinleşmez... Claire kaçmaya çalışır kocası intihar eder. Justine ise işiyle eşiye hayatla bağını çoktan kesmiştir. 

Claire son bir çabayla ölümlerini düzenlemek ister ama kardeşi buna karşı çıkar ve ölüm onları ağaç dallarından örülü bir ilkel çadırda bulur...

Yönetmen ruhumuzun iki yarısını; maddi ve manevi yanımızı, hayatla olan bağlarımızı düzen tutkumuzu sorgularken aslında sonumuza da bakıyor... İnsanoğlunun sonu en önemli sorunumuz belki ama en çok geçiştirdiğimiz şey de aslında o... Ve sanırım yaşamımız ne kadar steril olursa olsun elimizi tutacak birine ihtiyacımız var... 

Sonra kış gelir... Üstümden geceleri yorgan düşer.. Üşürüm, kıvrılırım ama uyanamam... o bilinçle uyumaya devam ederim: üşüyorum aç gözlerini artık...

16 Eylül 2011 Cuma

SHAKESPEARE VE KOALA






Gider gitmez özlenene...
Üstümüze yağan bu kaçıncı yağmur?… ıslandığımız, pencereden seyrettiğimiz kaçıncı yağmur?… her yağmurda bir önceki, ne kadar uzak geliyor insana…o zaman anlıyorsun; yağmurun senin olduğu an, tenine değdiği o andır… sonrası tatlı bir anı… toprağın ve bitkilerin kokusundan, ıslanmak duygusundan doğan, geçmişin tüm yağmurlarını içinde taşıyan bir bellektir her damla… yağmur şimdi uzakta olanların, porsukta tazelenen umutların, kokusunu taşıyor…saçlarıma düşen her damlada onun gülüşü saklı… yağmur bir hatırlatıcı, ne kadar özlendiğinin bir hatırlatıcısı…kendi kalbimize, içimizde münzevilik yakıştırmışken, yağmur bütün sıradanlaşan şeyleri tekrar alıp Shakespeare’de ki gözlere ışınlıyor… münzevi kalp titriyor ve her üzerine düşen damla dumanlar çıkarıyor.. kalp yağmurdan daha soğuk ve yağmur kalpten daha sıcak çünkü.. ve o zaman anlıyorsun ki ne kadar çok şey perdelese de “sevgiyi” o seni gelip buluyor… dünyanın en güzel gözleri çok özlendi…







3 Eylül 2011 Cumartesi

AŞKIN RENGİ

kızıl'a...





"Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta..." Ahmet Haşim









Sabah…

Güneş doğuyor ve sen kıpkızıl gökyüzüyle aklıma düşüyorsun…

Cut geçiş;

Hemen yanına geliyorum, uzanıyorum, sessizce, sen uyuyorsun…

Akşam…

Güneş batıyor ve sen kıpkızıl gökyüzüyle aklıma düşüyorsun…

Mix geçiş;

Gökyüzünün kızılı kaybolurken karşımda sen beliriyorsun….

Gece…

Saçlarının kızılıyla gökyüzünün kızılı karışıyor birbirine…

Superpose;

Aklımda gökyüzünün kızılıyla saçlarının kızılı birlikte…

Ve tüm kızıllıklar yitip giderken, karanlığa fade olurken, ruhumda bir bilme hali doğuyor; kalbimde kelimeler beliriyor:

Cg;

Sen benim kızıl rüyamsın; her sabah seninle doğuyorum ve her akşam senle batıyorum…

Sonuç;

Her gece mağaramıza gelip uyuma sebebim… alice, beyaz tavşan ne kadar bağlıysa birbirine biri olmazsa diğeride olmayacağından ve elbette bir hikayede olamayacağından ve bir deli atlar tavşan deliğine değil mi?

Sen alice oluyorsun ben tavşan ve bazen sen tavşan ben alice…

iyi ki öyle yoksa anlatacak bir hikayemiz olmazdı değil mi?

16 Ağustos 2011 Salı

YAVRU KEDİLER, SÜPER KAHRAMANLAR VE AYDEDE...






Dün elindeki şekerlemeyi görünce ben de bir tane alayım dedim: çeşit çok olunca düşündüm

elbette, sonra karar verdim çileklisine... sen de çilekli seçmişsin sonra farkettim...bu yazı bizi birleştiren çilekli tofitaya adanmıştır...

Hayat tüm aptalca abuklamalarıyla devam ederken karşına bir yavru kedi çıkıverir... birden durursun...yavru kedinin tek başınalığı dert olur içine..acaba yola mı çıkar, diğer hayvan /insan zarar mı verir? sorular vicdanından yuvarlanıverir... bırakamazsın.. doğa kanunu canım ne olacak ki diyemezsin... korunaklı bir yerlere taşımak istersin... ve taşırsın... süt alırsın... kap yoktur, bir çukura doldurursun.. sonra gitmek onu bırakmak zorunda kalırsın giderken dönüp arkana bakarsın sütü içtiğini görünce mutlu olursun... ama onu bırakmak zor gelir... kalbin sanki orada kalır...dua edersin bir zarar görmesin diye...


bu sıralar karşıma çıkan 3. yavru kediydi o benim... ilki hastane önündeydi kalabalık içinde... yardım edenler vardı ama ezilme tehlikesi de yüksekti... onun için çok korktum ama yapabilecek bir şeyim yoktu... bayağı bir meşgul etti akıbeti onun benim yüreğimi.. şimdi nerede nasıl bilmiyorum.. umarım iyidir...

ikincisi mahallede yol kenarında gene bir evin önündeydi.. ama başında çocuklar vardı...ona iyi bakarlar diye umuyorum.. ama kaç gündür onu göremiyorum...umarım iyidir...

üçüncüsünü zaten anlattım şimdi onu merak ediyorum hali keyfi nasıldır... annesizlik, tehlikeli gece... umarım iyidir...

sonra akşam eve gelince dediler ki benim kediyi naçizane kurtarma operasyonum sırasında, tam o anda başka bir yerde başka bir kediye sen de küçücük ellerinle mama vermişsin... süt içirmişsin..

bizi birleştiren yalnızca çilekli tofita değilmiş işte kediler de varlar...

böyle zamanlarda süper kahraman olmanın zorluğu adlı komplekse kapılıyorum ben.. eğer bir

süper kahraman olsaydım vicdanım uyutmazdı beni sanırım... sürekli yardım etmekle paralardım kendimi... düşünsenize herşeyi duyan superman nasıl rahatça uyur ki? ilk işim dünyanın tüm kedilerini kurtarmak olurdu... Amelie'nin açılış sahnesinde çatıdan bütün bir şehri seyrettikleri sahne geliyor aklıma; herşeyi duymak veya hissetmek farkında olmak cehennemi bir duygu... cehalet aslında bir korunak... ama biliyorum ki süper kahramanlarda yorulunca inzivaya çekilirler.. spawn bunu katedralin tepesinde yapar, superman antartikadaki buzdan kalesinde, spiderman May yengenin evindeki odasında... ya biz sıradan faniler nerede soğuturuz yetememenin acısını...



evet, sabaha karşı bunu düşündüm... ama biliyorum ben nerede huzuru bulduğumu... senle aydedeye bakan pencerenin önüne her gelişimizde sen beni herhangi bir işin ortasında kaldırıp "aydede, aydede, aydede..." diye milyonlarca kez söyleyerek çağırdığında benim mutluluk anım da gelmiş oluyor... tüm günü o an için geçiriyorum artık... birlikte yatağa uzanıyoruz kalbimin üstüne kafanı yaslıyorsun ve aydedeye bakıyoruz... sen mutlusun, ben de...sen mırıldanmaya devam ediyorsun: "ay de de , aydede, ay de de, aydede," sonra bir öpücük yolluyorsun gökyüzüne ve yanağıma da konduruyorsun dudaklarını ... el sallıyorsun ay'a... ve ben şükrediyorum ay ışığında... iyi ki yanımdasın diye... çilekli tofita, süper kahramanlar ve aydede birbir aklımdan geçiyor... ve geriye herşeyden sonra kalan kalbimdeki sevgin oluyor...