13 Aralık 2014 Cumartesi

KAPILAR

Walter Benjamin "Son Bakışta Aşk'ta" bir rivayeti dile getirir. "Bir halk inanışına göre rüyaların aç karnına yorumlanması gerekir." Bu yazının da aç karnına okunmasında fayda görüyorum sevgili okur.





"Bir mutluluk kapısı kapandığında diğeri açılır. Ancak, biz kapanan kapıya o kadar uzun zaman bakarız ki bizim için açılmış yeni kapıyı görmeyiz." Helen Keller



Mutluluk... Hepimizin peşinden koştuğu rüya... Cenneti sevmemizin de, bu dünyadaki iki yüzlülüğümüzün sebebi de bu duygu... Mutlu olmak... Yaptığımız iyi ve kötü şeylerin hepsinin temelinde bu duygu yatar... Ya o an ya da sonrasında mutlu olmayı amaçlarız...

Aslında o kadar azdır ki mutlu anlar... Bu anların peşinden koştuğumuz o süreçlerin toplamına yaşamak diyoruz. Küçük bir çocuk gibiyiz çoğunlukla, kendisiyle kimsenin oynamadığını düşünen, o yüzden üzülen..

Halbuki;

"Bütün ağlamaların dinmesi gerek bir şiiri yazmak için
Çünkü duyguların dinlendiği yerde başlar şiir
Sevginin üşüdüğü yerde yazı, çocukluğun bittiği
Ve hep genç kaldığı yerde annelerin"

her daim karışır roller; "Kim padişah, kim korsan, kim çocuk".

ben her yazımda uykularında geziyorum rüyalarını görüyorum, ama biliyorum ki; 

"Gözbebeklerimin içindeki karanlık ülke 
  Perili... ve hiç varılmayacak."

Yazarken bir şairin peşinden gidiyorum bazen, bu yazıda ayak izlerini takip ettiğim Tuğrul Tanyol... Onun dizeleri ile örtüşüyor içimdeki kelimeler... Onun dediği gibi "daha yola çıkmadan bulur bizi ayak izlerimiz"... Çünkü "gitmek, çoğu zaman gitmemektir"

Kapılar, yağmur ve etrafımızı saran tüm imgeler... Sığındığımız, arkamızda bıraktığımız, uzaklara birlikte götürdüğümüz tüm metaforlar... Kapadığımız kapılar, aslında açılsın diye beklediklerimiz, hafifçe örttüğümüz kilidin tam oturmadığı, anahtarını kaybettiklerimiz, kapamayı beceremediklerimiz... Kapının varlığı sonsuza dek açılmayacağını bilsen de, seni rahatlatır... En azından arada sırada çalabilirsin o kapıyı..

"Gün soldu, eteklerinde kızıl pırıltılarla damlarken su 
Bir at kişnemesi, yağız gül kokusu 

Vardığımda yoktu bütün kapılar. 
Ben yitik zamanın altında kaldım 
Silindi kapılar ben dışarda kaldım 
Bu soğuk, bu kimsesiz karanlıkta 
Yalnızım, ellerimden başka yok fenerim."





Ama bir kapıyla başlamadı bu yazı ve öncekiler, yağmurdu her şeyi başlatan, o yüzden fırtına bırakmayacak seni;

"Yağmuru ilk tutuşumdu
öyle sersemdim
baksam
tüm denizler üstüme dökülecekti" 

ve ikimizde biliyoruz, en az Yahya Kemal kadar eminiz bundan;

"Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan 
ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan 
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece..."











12 Aralık 2014 Cuma

ARALIKTA’DA SEVECEK MİSİN BENİ?


 -Baharda ve yazda değil, kışta sevenlere…-

Bugün hava insanı yataktan çıkmamaya çağıran cinsten… Pencerede yağmurun tıkırtısı ve gökyüzünde akşamın alacakaranlığı var. Gene de uyanmak zorundayız, öyle değil mi?

Düşler diyarından kalkıp düşünceler evrenine girmek için dişlerini fırçalamalısın, Gözlerindeki öte dünyadan kalma rüya tozlarını yıkamalısın. Kuşanmalısın elbiselerini ve sokağa çıkmalısın. İnsanın düşlerle ilişkisi çocuklukta kuvvetlidir, Zamanla azalır bu bağ. Bir yerden sonra düşe benzeyen herşeye, aşka, masallara, rüyalara umursamazca bakarsın. Genellikle, çocukça şeylere vakti olmaz insanın. Düşünerek kurduğumuzu sandığımız bu dünya, o yüzden mantıklı sebeplerle sizi üzer, kırar, canınızı yakar. Canlar alınır ama eğer mantıklı bir sebep varsa akan sular durur.

“İnsan, düşlerken bir Tanrı, düşünürken bir dilencidir.” Hölderlin’in cümlesindeki o halden kurtulma çabasıdır düşünen insanın durumu. Hepimiz zaman zaman düşünürüz çoğunlukla başkalarının düşündüklerini uygularız. Bizden daha iyi düşünenlerin(!)

Bir an önce büyümeni isterler senden; patronun, ailen, sevgilin, bakkalın vd. Bize tek bir gerçekmiş gibi sunulan bu dünya tasavvurunun dışında başka bir şeyi düşünmen de, hayal etmen de yasaktır. O yüzden çocukların bir an önce büyümesi için eğitim yaşı düşer de düşer. Dünyadaki okur – yazar oranının artmasının, okulların çoğalmasının, dünyayı bundan 100 yıl öncesinden daha iyi bir yer yapmadığını görmenizi istemezler. O yüzden çocukları sisteme çabucak dahil etmek isterler. Çünkü Joseph Joubert’in dediği gibi “çocuklar daima aynanın arkasını görmek isterler.”

Zaman akıp giderken hızla, sen sanki bir iple sıkıca bağlanmış hissediyorsan kendini, o ipin monotonluğun ipi olduğunu alternatif yollardan kendini yeniden yaşıyormuş gibi hissedebileceğini haykıran kitle iletişim araçlarına rağmen varlığının anlamsızlığını hissediyorsan aslında yalnız değilsin… Bir odada oturmuş kitap okurken daldığında duvardaki saatin tiktaklarını duymamanı sağlayan alışkanlık senin kendi acını ve diğerlerinin seslerini de duymamanı sağlıyor.

Bugün bir diğerine ulaşmanın yolu düşler… Yazmak, konuşmak ancak gerçek anlamıyla düşlerde gizli… O yüzden düşlerinizi kuşanın sokağa çıkarken… Belki aşk, beki delilik etrafımızı saran duvarı aşmaya yarayabilir. Çünkü aşk da delilik de bir başka hayatın özleminden doğar.



“Bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayata nüfuz edebileceğimizi zannetmek, bir aşkın doğmasında en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar. Bir erkeği sadece fiziksel görünümüne bakarak değerlendirdiklerini iddia eden kadınlar bile, bu görünümde özel bir yaşayışın yansımasını bulurlar." der Proust Swann’ların Tarafı’nda…

Yaşamdır bizi birbirimize bağlayan ve en çok düşler sayesinde değişir dünya… Düşüncelerin dünyası bu içinde yaşadığımız… Filmlerde, öğretilerde, dinlerde, masallarda o yüzden sevgi kilit görevi görür. Bir başka yaşamı arzulamanın, kendimize paralel başka bir dünya kurmanın anahtarı ise düşlerimizdir.

Ancak o zaman aşk da gerçek olur. Yaşamını değiştirmeden değişmeyecek evren…


Jack Kerouack gibi sorabilirsin ama cevabını içten içe bilerek; “Mayısta sevdiğin gibi, Aralıkta’da sevecek misin beni?”

8 Ekim 2014 Çarşamba

Sabah 11:00

(Stephen King'in yalnızlığı en iyi anlatan resim diye nitelediği Edward Hopper'ın Eleven AM tablosu)


 Yazdıklarımı sana gönderiyorum;

Senin de yazdığını umarak, bir gün okumayı hayal ederek…
okunmayı  dilediğinde elbette… 

onca iş güç, yaşamak telaşesi  içinde yazdıklarıma bakmak için bir an duruyorsan, kelimelerin üstünden hızla kayıyorsa gözlerin ve sonra hayat akıp gidiyorsa gene…

işte o an için;
gönderiyorum yazdıklarımı sana hala…

 Yücel Kayıran dizelerindeki  gibi oldum hep ben;
“hiç baştan çıkarmadım, iltifat etmedim hiç..

oynaşmadım
                               askıntı olmadım
                                                               soru sormadım
durdum dilimdeki kapıda, cilve yapmadım hiç


girdiğimde sınırları belirsiz bir alana

daima ilk kelimede kalmak

kendimi başlangıçta tutmak istedim

çivi çakarak avuçlarımın içindeki arzuya..


babam çocuk gibi olurdu kadınların yanında”


ben kadınların karşısında değil yalnızca, hep çocuk kaldım yaşamın karşısında da…

yazarak nereye varılır hiç bilmiyorum. Yaşayarak bir yerlere varanlar vardır belki…

göz açıp kapar gibi geçiyor anlar ve sanırım geriye sözler kalıyor kırık dökük…

kimse hiç kimse için durmuyor, hepimiz bir selde sürüklenir gibiyiz…

Zweig Rilke için onunla karşılaşmak her zaman bir rastlantıya bağlıydı demiş, bütün okudukların bu rastlantıya yazıldı.

“ Bir anlatıcılar vardır, bir de yazarlar. İnsan canının istediğini anlatır; canının istediğini yazmaz: Ancak kendini  yazar.” Jules Renard

3 Eylül 2014 Çarşamba

Eylül Eylül




gene Eylül...

"Sarı yapraklarla elimde sana doğru koşuyordum eylül eylül
Sarı saçlarla elinde bana doğru koşuyordun altın kalp
Çünkü her şey her şey paylaşılınca güzeldi
Saçları bana doğru uzatıyordun eylül eylül
Elimde hazırladığım çörekleri veriyordum avlanmış ağzına
Bana doğru koşuyordun eylül eylül "

                                                                              Lale Müldür

2 Ağustos 2014 Cumartesi

AY YÜZLÜM



-Murat Göğebakan'a-


"beyaz kör eder... kuğu beyazlığı da kar beyazı da... beni kör eden... bir kuğu..."


Yıl 2002...

Kuğu ve askerlik zamanları... Doğubayazıt, kelimeler, dilsizlik, tutulmalar, kaygılar... Günleri bir tespihin boncuklarını sayar gibi tek tek parmaklarının arasında tutup her anını zihninde yaşadığın zamanlar... 




Şarkılarla ilişkim onlarla kendi yaşamamı örtüştürmek biçiminde hiç olmadı. Bu konuda tek bir şarkının yeri ayrıdır. "Ay yüzlüm" bilindik Bora Ayanoğlu bestesi üstüne yazılan sözleri ve Murat Göğebakan'ın yorumuyla ve kuğunun varlığıyla bambaşka bir şeye dönüştü. Başkaları için sıradan olan şeylerin aslında nasıl da büyüleyici olduğunun en büyük göstergesi oldu bu şarkı benim için...

Uzun zamandır dinlememiştim, Murat Göğebakan'ın erken ölümü üstüne tekrar dinledim.O günleri tekrar hatırladım, Murat'a üzüldüm. Ölüm için ne kadar çok sebep var, bir kez daha hatırladım.12 yıl geçmiş üstünden...

Tekrar Ay Yüzlüm'ü dinleyerek yazdığım o yazıyı okudum: 

Kuğular Kör Eder





sonra uyudum... 



Murat Göğebakan - Ay Yüzlüm




26 Temmuz 2014 Cumartesi

Kediler'e ve Nar'a…






“Burası, göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe baktıkları          yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu...”

“'gece' sona ererken her şey gün ışığına çıktı”

Sen her gittiğinde hayatımdan; her hoşçakalda… Yetim kediler gibi hissettim kendimi… Hani annesini kaybetmiş… Nereye gideceğini bilemez halde dolaşan… Boyu hiçbir engeli aşamazken ve etrafı engellerle doluyken kaderiyle öylece baş başa kalakalan minik bir kedi…  Yoldan geçerken hep geriye dönmek istediğin ama hiç dönülmeyen kediler gibi… Ve dönüldüğünde de bulunamayan kediler gibi…
Bilge Karasu’nun göçmüş kediler bahçesi vardı… Kedilerin yalnızlıkları hep gururlu duruşları ve hüzünleri vardı bir de…

İçimdeki buruklukla uğraşamıyorum çoğunlukla… O burgu öyle sıkıyor ki kalbimi bazen söz oluyor bazen yazı… Ama çoğunlukla iş işten geçtikten sonra söylendiği için bambaşka anlamlara ve alaca karanlığa karışan kelimeler oluyor onlar… Çoğunlukla yanlış yankılar yaratıyor… Çok uzakta bir yerden dönen yankın geri geldiğinde sen orada olmuyorsun bile…

"bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?" bilmiyorum çıldırmaktan korktuğum için mi yazıyorum yazmak da bir çılgınlık mı bunu bilmiyorum…

'umutsuzluğun olduğu yerde umut vardır' içimdeki umutsuzlukla yazmamam lazım ama bir şey olacak diyor içimdeki ses… Yazacaksın belki de… Ve her şey yeniden doğacak…



“Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında eve girerken bir nar atardı yere bütün gücüyle parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine. Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme sevinsin diye...”

Kapına nar mı atmalıydım bilmiyorum… Ne çok bilmiyorum’um var bu yazıda, ama Bilge Karasu'yla benim yazdığım bir yazıda ikinci kez denk geliyorum… Onun kelimeleriyle yollar açıyorum kendime… Bu kolaycılık mı değil sanırım… Bazen kelimelerin kifayetsiz olur… Söylenmiş sözler ararsın… Ruhuna denk düşen büyülü sözler… Bilge Karasu büyülü sözlerin yazarı…




 "İnsan, soyuna soyuna deriye varır, onura, öz saygısına varır. Bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya, soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde, bu son adımı atmayı değer bellediğinde, ölmesini bilir. Ne ki, bir tek kez yapılabilecek bu işi, böyle bir eylemin değerini anlayacak kişiler karşısında yapmak ister. Yanılır da, sırası geldi diyerek, olmayacak yerde girişirseniz bu işe, acı bir masal olur çıkarsınız."Etleri koparmak ne biliyorum etlerim koparken ya da ölürken ağlamamamsa sanırım aptalca bir gururdan…

"Ölüler her şeyi bilir; öğrenmenin yolu da ölmektir. Ölüp yok olan, ölülere karışan, yerin, suyun altına inip onlardan salık alan, gökyüzüne, onun da ötesine çıkıp ışığı, aydınlığı, bilgeliği oradan, çiçek derer gibi, yanına alıp gövdesinin dağılmış parçalarını yeniden bir araya getirerek, tazelenip yeniden doğmuş gibi yeryüzüne dönerek insan arasına karışandır ki bilinecek her şeyi bilir." Şimdi biliyorum; sana dair her şeyi, içimdeki ayna ışıdı… Sen ölünce ve ben ölünce…

"Başkalarında eleştirdigimiz, kimi zaman da, kendimizde eleştirecek kadar bilincine varmadığımız kendi özelliklerimiz değil midir?" Ne çok şey öğretiyor aynada görmek kendini…

"denizin karanlığında bir balık; toprağın karalığında bir yılan. ölüler ülkesinin iki ulağı."

“Her tümce yaşamla biter”… Yaşamak bitmeden bitmeyecek mi bu kelimeler…

baygındım/ölüydüm/yüzüyordum mor bir suda/
gözüm kapalıydı/konuşmuyordum/
oyun bitmez ki diyordum/vezire çıkıyordum/
alıyordum artık/karşı karşıya gelmiştik/
oyun bitmez ki bitmez ki bitmez ki

Bilge Karasu

Nar, Bilge Karasu'lu kalın harfler, kediler... Ne biliyor musun, içinde taşıdığı o kedinin…annesi dönecek…anneler döner mi…sen döner misin ganjda yıkayıp ruhunu ve ruhumu…


(05 kasım 2008) (Alıntıların hepsi Bilge Karasu'dan)

22 Temmuz 2014 Salı

Çocuklar ve Gözyaşları






Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi ırktan, dinden, mezhepten, siyasi görüşten olursa olsun, çocukların öldüğü / öldürüldüğü zamanlarda, mantığınız size bahaneler üretiyorsa, bunu meşru kılan cümleler söyleyebiliyorsanız eğer, bu acıyı paylaşamıyorsanız, kalbiniz artık kendinizden, çevrenizden, dininizden, ırkınızdan, ulusunuzdan, mezhebinizden, siyasi görüşünüzden olmayanlar için atmıyorsa, o çocukların anısına, en azından susun, ölümleri için uydurduğunuz haklı sebeplerinizi kendinize saklayın... 

Konuşanlarsa acının hangi coğrafyada geçtiğine, kimin başına geldiğine bakmadan her zaman, her yerde, herkes için konuşabilsinler... Ateş düştüğü yeri yakmasın sadece...

Çünkü; tek bir çocuğun, bir damla göz yaşına değmez bu dünya...

13 Temmuz 2014 Pazar

KARDAN PARÇALAR YA DA 3 ÖLÜM…



                                                                  "Narlar kentinde bir incir bulan" Bilge Karasu’ya…


“Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedür 
Men kimem sâkî olan kimdür mey û sahbâ nedür “ (Fuzuli)



Kalemi elime almak için Yanni’den  “Adagio in C minor” dinlemem gerekiyormuş…

Annemin bir cümlesi aklımda… Ölüm için derdi bunu; ölümü kara benzeterek… “o kar her kapıya yağar”…

Trendeyim… Dışarıyı seyrediyorum. Her yanı saran kardan eser yok şimdi… Ama öyle olmadık yerlerde kardan parçalar çıkıyor ki karşıma… yitip giden sevgiliden, uzaklarda bekleyen yardan kalan izler gibi.. karda hala ayak izlerin saklı hüzünlü kız… karda saklı izler yüreğimdeki senden kalan izler gibi… ve eriyor zamanla her şey boğazımda acı bir düğüm kalıyor geriye…

Biliyorum kar gene yağacak…kalbimin coğrafyası yeni izlerle dolacak…ama gene de bu hüzün terk etmeyecek beni…

Pencereden dışarı bakmaktan vazgeçiyorum neden sonra… ne zamandır benimle gezen kitaba dönüyorum… cebimden çıkarıyorum... zaten yolculuklarda olmasa okumak için vaktim kalmıyor iş yüzünden... ama iyi ki uzakta oturuyorum işime ve iyi ki trende kendime okuma alanları yaratabiliyorum...




Kitabın ismi “Troya’da Ölüm Vardı”, yazarı Bilge Karasu… Kavruk adlı öyküyü okumaya başlıyorum… Kızıltoprak’da ineceğim trenden... öykü Göztepe Feneryolu arasında “Meryem gözümün önünden gitmiyor; kavruk… önce kapkaranlık bir gök gördüm” cümleleriyle bitiyor… 1954 yılında yazılmış öykü… böylece ilk ölüm kör Meryem’in ölümü oluyor. Tıpkı Tarkovsky'nin Ayna'sındaki gibi bir yangında ölür.




Sonra düşünüyorum ölümü… elimde tuttuğum kitabı Bilge Karasu’nun kendisi Anadolu Üniversitesi’ne hediye etmiş… El yazısıyla 985 27/2 yazmış… 1985’in 27 şubatı.. soğuktur Eskişehir, ama bahar yakındır gene de… Bilge Karasu da yok şimdi… 14 Temmuz 1995… ikinci ölüm Bilge Karasu’nun ölümüdür…

“Kavruk” adlı öykü bittiğinde Feneryolu’na yaklaşmıştı tren… bunları düşünürken Kızıltoprak istasyonu’na gelmiştim… ve açılan kapıdan savrulurcasına indim istasyona… istasyondan aşağı doğru yürümeye başladım… caminin önünde bir kalabalık vardı… biri ölmüştü… sessizce bekleşen kalabalığın içinden başım önümde geçtim… sanki bildiğim iki ölüm yüzünden beni tanıyacaklarmış gibi geldi bana… evet o cenaze üçüncü ölümdü…

gene izleri düşündüm… kör Meryem’in, Bilge Karasu’nun, ve isimsiz cenazenin izlerini… önce insanlar gidiyor… sonra izler ve onları hatırlayanlar kalıyor geriye, sonra izlerle beraber izleri hatırlayanlar da gidiyor…

Bilge Karasu o kitaba 985 27/2 yazmasaydı eğer, Troy’da ve Konstantinopol’de ve elbette ıssız acunda ölüm var diye düşünmeyecektim… her iz bir rüyaya sürükler insanı…"Kimin nasıl bir anısı haline geleceğimizi hiçbirimiz bilemeyiz." der ya Bilge Karasu, bilemeyiz gerçekten...

1954 Kör Meryem “Kavruk” adlı öyküde öldü.
27 Şubat 1985 (27/2 985) Bilge Karasu Anadolu Üniversitesi’ne kitap hediye etti.
14 Temmuz 1995 Bilge Karasu öldü.
05 Şubat 2006 İsimsiz bir cenaze kalktı Kızıltoprak’tan öğle namazını müteakiben…

ve içlerinden ben geçtim… zamanda yolculuk ettim… izlerin ve ölümlerin içinden..
kardaki izlere, kağıtlarda kalanlara, ve ölümlü ruhlarımıza yazıldı… biliyorum kar gene yağacak, hepimiz öleceğiz ve yeniden dirileceğiz… yeniden ölmek için… 

“Her akşam işte böyle gam gelir bana, 
Benden kederli bir adam gelir bana!” (Bekir Sıtkı Erdoğan)

(05 şubat 2006)

3 Temmuz 2014 Perşembe

Felix Culpa: Aşk*


-Hayal kırıklıklarımızı anlamak için-

"Kahramanla prenses arasında, en azından erkek kendini kahraman, kadını da prenses gördüğü sürece, yani demek ki her zaman kendini tekrarlayacak bir yanlış anlama vardır." Roberto Calasso




"Eros egemenin çaresizliğidir" der Roberto Calasso... Egemen veya köle hepimiz Eros karşısında tereddüt içinde kalırız. Gelenekler, hukuk ve prosedürler için çözümler üreten, boşluklar bulan insan zihni, Eros'un okunu kalbinde hissettiğinde toplumsal rolünü kaybetme noktasına varır. Çünkü bir yerde bir canavar varsa orada bir kadın da vardır ve her ikisi için de bir kahraman gereklidir elbette... Hikayeler boşluk kabul etmezler. Sinemada oyuncu izleyiciye bakmadığı sürece (bu pek nadirdir) bir sonraki planda hep çerçevenin dışının bize gösterilmesini bekleriz. Aklımızla kurduğumuz bağların okur/izleyici olarak bir sonraki cümlede/sahnede karşımıza çıkmasını umarız. İşte Eros bizi bildiğimiz bu kurgunun dışına iteler... Aşıkları diğerlerini (iki kişi dışında kalan herkes) gördükleri ve diğerlerinin onları gördükleri ama müdahale edemedikleri paralel bir kurguya taşır. Homeros o yüzden Helena artık Truva'da  değilken bile oradaymış gibi davranır anltısında... Heredotos bu durumu "Çünkü bu öykü, epik bir kurgu için çok uygun değildi." diye açıklar. Öyle bir aşk kurgusu ki Homeros'un düzenlediği, bugün bile Hollywood eliyle alıcı bulmaya devam ediyor. En son 2004 yılında "Troy"(Truva) filmiyle Brad Pitt, Diane Kruger, Orlando Bloom'lu kadroyla büyük yapım olarak modern izleyiciyle buluştu bu eski hikaye... Evet aşkın da kendine ait, kendine has bir kurgusu, işleyişi vardır. O da başlar gelişir ve ölür, tüm insani fiiller gibi...




Tom Cruise'un başrolünde göründüğü "Edge of Tomorrow" (Yarının Sınırında - 2014) filminde Cage adlı karakter aynı günü tekrar tekrar yaşadığını farkeder. Bunu farketmesi için oldukça yoğun bir tekrar yaşaması gerekir. Emily Blunt'ın canlandırdığı Rita karakteri ile karşılaşmadan bu farkındalığı yakalayamaz erkek karakter. Çünkü "kadın kalabalığı, doğal halinde hafıza demektir: Hepsi birbirine benzer, hepsi aynı bulutun parçacıklarıdır."

O yüzden her türlü kuralın taşıyıcısı nesilden nesile aktarıcısı da kadınlardır. Erkekler aşkın başladığı ve bittiği anları anlamak konusunda çok başarılı değildir. O daha çok canavarı öldürmekle, çöllere düşmekle veya dağı delmekle meşguldür. Kadınsa aşka rağmen toplumun içinde kalmaya ve normal olmaya devam etmek zorundadır. O yüzden erkekler tarih boyunca (istisna kadın karakterleri dışarıda tutarak) aldatan taraftır; iki üç kadınla birlikte aynı anda yaşamayı becerebilirler çünkü aşkın bittiğini anlamazlar. Aşkın bölünebilen bir şey olduğunu sanarak, aşkı ekmeğe benzetebilirler. Nazım Hikmet gibi "tuza banıp banıp yer gibi" severler aynı anda bütün kadınlarını...



Canavarın öldürülmesi ve kadının ihaneti ise iki olumsuzlamadır ve rahatsız edicidir. Bu durumda roller tersine döner. Kadın ihanet ettiğinde erkeğin işini tamamlar, öyküyü bitirir. Truva'yı yok eder, kanlı ellerini yıkar ve kocasına geri döner. Herodotos bu konuda Paris-Helen aşkı için  şöyle der: "Kadın kaçırmak ancak bir alçağın işi olarak görülür. Ama kaçırılan kadın için kaygılanmak, aptalların işidir. Akıllı adam, kaçırılan kadını aklına getirmez bile çünkü bilir ki eğer kadın  kaçırılmak istemezse, kaçırılamaz."

Erkeğin aşkın bittiğini anlaması için, böyle durumlarda travmaya ihtiyacı vardır. Michael Winterbottom "9 Songs"(9 Şarkı - 2004) adlı filminde aşkın bittiğini anlaması için Matt karakterine böyle bir travma yaşatır. Aşkın bittiğini anlamak için konuşmak yetersizdir erkek egosu için, bir fragmana ihtiyaç duyar erkek kalbi, Winterbottom bunu verir erkek karaktere...

Öykülerin ilerleyebilmesi için bir kahramana, bir canavara, bir sadık kadına ve ihanet eden bir başka kadına ihtiyacı vardır. Ancak o zaman Pamuk Prenses babasına ihanet eden kötü kraliçeden intikamını alabilir. İşte büyük bir çoğunluk geceleri dizi dizi dolaşıp bu hikayeleri tekrar ve tekrar yeniden yeni yüzler ve yeni isimlerle ama aynı öykülerle izlemeye devam ediyor. Yalan Rüzgarı'ndan evrilip kadınlara yönelik sabah programlarında sıradan insanların birer Paris birer Helen haline dönüştüğünü görüyoruz. Gazetelerin 3. sayfalarından, magazin programlarına, dost sohbetlerinde dedikodularda kapı komşunuzun bir aşk sarmalının parçası haline geldiğini, cinayetlerin, tecavüzlerin hiç de mitolojik birer öykü olmadığını anlayıveriyorsunuz. Kendi kendinize bu sözü tekrarlayıp duruyorsunuz: "Bunlar hiç olmadılar; zaten hep vardılar." Sallust



Theseus Minotaur'u öldürür, Ariadne'yi yanına alır ama onu bir adada bırakır. Kahraman canavarı öldürür prensesi alır ama onu evine götürmeden bırakır. Mitolojide en açık görüşlü isim o yüzden Theseus'dur. Kahramanlarla prenseslerin hüzünlü öykülerine farklı bir açılım getirmiştir çünkü... Pamuk Prensesten, Rapunzel'e masallarda gördüğümüz kahraman-prenses ilişkisi kötüye (canavara) karşı kazanılan zaferdir. O yüzden masalları çocuklar içinmiş gibi okuruz. Modern insana hitap etmez. Modern insanın kahramanı başka bir yerde saklıdır. "Başlangıçta kahramanın zekası, kesik kesik ve aralıklarla gelen bir zekadır ve rolü de canavar avcılığıyla sınırlıdır. Kahraman bu rolü terk etmeden sınırlarını aşmayı becerdiğinde ve bir hain, bir yalancı, bir baştan çıkarıcı, bir gezgin, bir kazazede, bir anlatıcı olmayı öğrendiğinde, Odysseus  olur. İşte o zaman ilk mesleği, ilk misyonu olan her şeyi öldürmeye bir yenisi eklenir: Her şeyi anlamak." Rol modelimiz beyaz atlı prens değildir Odysseusdur. Bu yüzden ihanete, yalana kendimizi hazırlamalıyız modern dünyada nefes alıp verenler olarak... Masallar o yüzden küçümsenir. İnananlar da içten içe bilirler masalın sonunu; Beyaz atlı prensin foyası ortaya çıkana dek süreceğini...



İlk heykeli ölen oğlu Zagreus için Zeus'un diktiği söylenir... Heykelin içine oğlunun hala atan kalbini koyar. Aşk için dikilen, anlatılan, bestelenen, çizilen onca heykel, hikaye, şarkı ve resim en ilahi menşeli duygumuzu kavramamızı sağladı mı bilmiyorum. Aslında Ockham'ın usturası ilkesi aşk için en uygun açıklama gibi görünüyor: Bir problemde her şey eşitse, en basit açıklama doğrudur. Burada benim yazdıklarım veya okuduğunuz yaşadığınız hiçbir şey yeni değil. Bu yazıdan yeni bir şey öğrenmeyeceksiniz, sadece belki unuttuğunuz bir şeyleri hatırlayacaksınız o kadar. Platoncu öğrenme sürecidir bu: Hiçbir şey yeni değildir, hatırlamak her şeydir. En yeni şey, sahip olduğumuz en eski şeydir.

Aşkı hayatın içinden çıkardığımızda, modern zamanların dayattığı tüm kötücül huylarımıza rağmen hala bir nebze de olsa (süresi, niteliği değişse ve azalsa da) yaşama sevincini taşıdığımızı söylemek imkansız hale gelir. Aristoteles'in Sparta için dediği gibi biz de : "Yaşamanın mutluluğunu kaybederiz."

Bu Arada Ormanın Başka Bir Yerinde

"Lütfen söyler misiniz bana, buradan nereye sapmam gerek? Bu aslında senin nereye gitmek istediğine bağlı" dedi Kedi. (Alice Harikalar Diyarında)



Başlıktaki kalıp cümleyi Manguel'in bir yazısı ile hatırladım. Çizgi romanlarda sıkça rastlanır bir sözdür... Bir tarafta ne olursa olsun diğer tarafta umut verici bir şeyler oluyordur. Hulk kavgayı kaybediyorsa elbette o anda başka bir yerde Iron-man kazanıyordur. Umut hep vardır, öykü sanki hiç bitmeyecekmiş gibidir okur için.

Biliriz ki bu kadar kalabalık bir dünya hiç olmadı, çok daha az bir nüfusla çok daha büyük ve güzel şeyler üretebildi insanoğlu... Elbette zaman ne kadar durmuş olursa olsun hala insanlar küçük bir gezegende yapayalnız yaşayan Küçük Prens'i anlayabiliyor. Hala birileri geçtiği şehrin sokaklarına, kötücül tavırlara rağmen gözlerini kapadığında mutlu rüyalar görebiliyor. Sabah güneşin ilk ışıkları ile kalktığınızda ağaçsız bu kentte ne kadar çok kuş olduğunu cıvıltılarından anlayabilirsiniz.

Bizim gündelik dertlerimizin, heveslerimizin, acımasızlıklarımızın ötesinde dünya bir mucize gibi bize rağmen bu büyük yüke rağmen dönmeye devam ediyor. Cesaret edebilse, hava için de, doğan güneş için de, insanlardan ona şükran duymasını dileyen insanlar olduğunu biliyoruz bu gezegende... Büyük büyük egolarla yürüyen küçük küçük insanlar var yeryüzünde yürüyen... Kibirleriyle Allah'ın inayetiyle verdiklerini kendilerinin sanan insanlar... Buna rağmen içinde gezegenler büyüten insanlar var. Geceleri gözlerini kapadıklarında cenneti gören çocuklar var...

Gözümüzü açtığımızda bizi pek de mutlu kılmayan bir dünyada olduğumuzu biliyoruz hepimiz. Noam Chomsky'nin Michel Gondry'nin "Is The Man Who Is Tall Man?" (Uzun Boylu Adam Mutlu Mu? - 2013)  adlı belgeselinde söylediği gibi; "Ben ateistim ama çocuğu ölen bir anneye cennetin olmadığını nasıl söyleyebilirim." inceliğinde gizli her şey... İnanan inanmayan gözümüzü kapadığımızda ya da doğru yerlere baktığımızda dünyanın bize bizden daha merhametli davrandığını görmemiz gerekmez mi?

Borges bir konferansına "Bütün erkekler gibi mutsuz olan Platon" diye başlamış, mutsuzluk sadece erkeklerin tekelinde değil kadınlar ve çocuklar da artık mutsuzlar... Ne kadar nedamet getirsek katolikler gibi mea culpa (benim günahım) diye haykırsak ya da beş vakit namazla, oruçla ruhumuzu temizlemeye çalışsak da, bir hindu gibi ganjda yıkansak da kalplerimizi bu dünyanın kirinden artık arındırmamız zor görünüyor. Günah, kötülük gdo'lu gıdalar gibi dna'mızı sarıp sarmalıyor. O yüzden aşk belki de günahların en mutlusu o yüzden... Felix culpa...

Yazmak aslında bir çözüm değil olmayacak da... Hepimizi kendi küçük gezegenimizdeyiz. Ama yazarak ve başka gezegenlerde yazılanları okuyarak; "Dünyanın çılgınlığı, kilerlerimizi istila etmesine ve sonra da yavaşça yemek odasını, oturma odasını, bütün evi ele geçrimesine rağmen, bizi tamamen ele geçirmeyecek." (Alberto Manguel)

Bu yazının bir yerde bitmesi gerekiyor. Bir son olmalı, noktalanmalı... Herşey fiziksel olmasa da kesinlikle zihinsel bir evrime yol açıyor. 1566 yılında İtalyan Aldo Manuzio eğer noktayı bulmasaydı bu küçük memento mori (ölümü hatırlatan küçük nesne) bize kendimiz dahil her şeyin bir gün mutlaka durması gerektiğini hatırlatmayacaktı.

Descartes maymunların aslında konuşabildiğine ama çalıştırılmamak için konuşmadıklarına inanırmış. Herkesin yazabileceğine inanıyorum, söz sizi kimse çalıştırmayacak.

Thomas Browne'ın dediği gibi; "Hiç kimse sadece kendisi değildir; pek azı o adı taşısa da pek çok Diyojen ve pek çok Timon olmuştur: İnsanlar tekrar tekrar yaşanır, dünya geçmiş çağlarda nasılsa şimdi gene öyledir; o zaman hiç yoktu ama o zamandan beri ona paralel olan biri olmuştur ve adeta onun dirilmiş benliğidir."

"Amor osculo significatur, necessitas nodo" der Macrobius... Aşk öpücükle, zorunluluk (evrenin değişmez düzeni) düğümle anlatılır. İki dairesel simge, ağız ve ilmik, var olan her şeyi kucaklar." Roberto Calasso

Bir gün sizi alışıla gelmedik bir teşbihle tanımlayıp, elinizden tutmaya çalışırsa biri o eli bırakmayın, aşk her zaman tebdili kıyafet gezer çünkü...

"Ve sen ki ruhumu Cennet'e getirmek için,
  Bıraktın adımlarının izini Cehennem'de." Dante - İlahi Komedya

*Felix Culpa: Mutlu suç, günah, cürüm