3 Mart 2016 Perşembe

ÇIĞ



Yağmur bizi hiç terk etmedi…  

Yıllarca beklediğimiz şeylere şöylece bir bakıp geçtiğimiz zamanlar vardır. Aslında hep gizlice hayallerimizi süslemiştir  ama  karşımıza çıktığında en yabancısı oluveririz, en istemeyeni… Gerçeğe tutunmayı seçeriz, her şey gerçekten yanadır çünkü. Tam da Salinger’in Seymour An Introduction’da anlattığı durumdur bu: “ancak aşırı olan şeyler daima rizikoludur ve normal olarak da düpedüz muzırdır ve birinci sınıf şiir hakkında en iyi bildiklerimizi aşıyor gibi görünen herhangi bir şiirle uzun süreli temasın tehlikeleri de müthiştir."

Hayat dediğimiz şey en az koyunların hayatı kadar tehlikelidir. Her an bir kasap, aç biri veya bir kurt sizi yiyebilir. Gene de bir kuzu kadar insanı mutlu edebilecek şeyler bu hayatta o kadar az ki… Bu kadar korkunç bir kaderin beklediği o kuzunun verdiği mutluluğu, boynumuzda gerçekliğin ağırlığıyla dolaşırken sevdiğimiz şeyler için de taşırız. Büyümek biraz da midende kocaman bir taşla yaşamanın adıdır da…

Dışımızdaki mesafelere zaten bir şey yapamazken içimize de mesafeler koymamız gerektiği hissettirilir hayat tarafından. Yaşamak sevdiğimiz her şeyi yadsımamızın adı olur bir gün…

Büyülere inanarak başladığımız bu hayatta bir süre sonra büyü de neymiş idrakine varırız, çocukluktan çıkıverdiğimiz anda… Gerçi şimdiki çocuklar o büyünün hiç farkında olmadan büyüyorlar.  İşte her şey bir Kafka romanı gibi akıp giderken, Grimm masalına dönüşemese de Calvino anlatısına dönüşüverir. Bütün okuduğumuz şiirler, öyküler, romanlar, izlediğimiz filmler ve dinlediğimiz şarkılar işte o büyülü anı yanlış zamanda tekrar bulan yetişkinlerin anlattıklarıdır. Öyle anlarda, bu bazen bir mevsimdir, bazen gecedir, bazen bir sevdadır, bazen acziyetin farkındalığıdır, ölümün yakınlığıdır, bir kuzunun melemesidir veya bir çocuğun tebessümüdür. İşte öyle anlarda böyle olmamalıydı deriz kendimize, kimsenin duymadığından emin olmaya çalışarak… Ama gariplik şu ki gerçeklik rüyayı boğmak için tetiktedir. Sen kalabalıkta kulaklığından müzik dinlediğini zannederken sesi herkesin duyduğunu fark ettiğin o andaki histir, hayalin gerçekliğe yakalanma anı da... kimi kınayarak bakar, kimi kızgınca kimi güzel şarkıymış diye… İçindeki panik geçmez ama hiçbir şeyin gizli kalmadığını bir kez daha anlarsın… Dünyanın çok kalabalık olduğunu bir kez daha fark edersin… Yalnız kalamadığını ve bunun verdiği sızıyı kalbinde duyumsarsın…

Marquez’in “Boğulanların En Yakışıklısı” adlı öyküsünde anlattığı durumu ve bu duruma karşı hayatın aldığı tavrı anlatıyorum belki de. İnan ben de bilmiyorum neyi anlattığımı. Sahile vuran yakışıklı ve ölü bir erkek bedeninin bir köyü yeniden yeşertmesi üstüne bir hikaye o. Sahillerine vurduğumuz insanların hayatlarını yeşertirken aslında birer ölü olduğumuzu çoğu zaman fark etmiyoruz bile.. Ancak ölüyken bir şeyler anlatabiliriz birbirimize çünkü.  

Sinemada tanışan iki kişinin öyküsünü anlatır Heinrich Böll, bir hikayesinde; otel odasına kadar sürüklenip sadece ellerinin birbirine değdiği,  çay içip ayrılan iki insan, sonunda gerçeğin kazandığı. “Tanrı aşkına ne kadar çok yakınıyorsun, otur yanıma” sözleri kalır boşlukta geriye…

Bir başka öyküsünde evli bir Nazi askeriyle evli bir kadının savaş sırasındaki yakınlaşmasını anlatır. Sadece bir gece sürer her şey. Seviştikten sonra ayrılırken kadın adama şunları söyler: “…sakın üzülme. Bizi seven üç kişi: Tanrı, senin karın ve benim kocam bizi bağışlayacaklardır.” Kadın o büyünün Tanrısallığına inanır, gerçeklik ona bunu açıklayamaz çünkü. Heinrich Böll rastlantıya o insanı hiç olmadık yerlerde yakalayan büyüye inanır çünkü. Çocukken bulduğumuz sonra bir ömür aradığımız o büyü… Sizi bazen sinema koltuğunda buluverir bazen can havliyle düşman askerlerinden kaçarken sığındığınız evde… O yüzden değil mi herkes gerçek ve mükemmel hayatlarından sıyrılıp her gece başkalarının hikayelerini  izlemek için televizyonlarının karşısına geçiveriyor.

Anlatacak çok şey var belki o büyülü anları bulduğunda onu uzatmak için… Galiba o anların kısalığı ve geçiciliği sayesinde insan bu dünyanın dışında bir cennet olduğuna inanıyor. O kısacık anlar sayesinde hala nefes alıp verebiliyoruz.

Galiba şöyle bir şeydi başımıza gelenler: “ Tıpkı bir yamacın eteğinde duran ve çığın üstlerine doğru yuvarlandığını gören insanlar gibi birbirimizin yüzüne bakıyorduk yalnızca.” Heinrich Böll


Ve yağmur hala yağıyor…